Theo Panayidis/Cyprus Mail
(Cyprus Mail gazetesinden Theo Panayidis, 1960’lı yıllarda Kıbrıslıtürkler’in enklavlardaki hayatını yazıyor... Bu yazıyı okurlarımız için özetle derleyip Türkçeleştirdik. S.U.)
*** 1960’lı yılların sonlarında Lefkoşa’nın kuzeyindeki bir Kıbrıslıtürk enklavında çekilmiş bir fotoğraf, 15 yaşındaki Süleyman’ı elinde tüfeği ve en iyi arkadaşıyla gösteriyor... Bu iki arkadaş o günlerde yeni oluşturulmuş olan Yeil Hat’ta nöbet görevindeydiler: Kendi ifadesine göre, gündüzleri okulda öğrenciydiler, geceleri ise asker oluyorlardı. Bu enklavı savunma görevi, oğlan çocukları için bile ödenekli bir işti. Dr. Maria Hristodulu, “Mücahit olarak beş lira olan ilk maaşını aldığında, Uzunyol’a gitti ve uzun zamandır gözüne kestirdiği bir takım elbiseyi satın aldı” diye anlatıyor.
*** Genç Süleyman’ın fotoğrafı, Kıbrıs Üniversitesi’nde geçen hafta Dr. Hristodulu’nun verdiği bir seminerde gösterildi (soru ve yanıt bölümü de vardı). Bu konuşma, Türk ve Ortadoğu Araştırmaları Bölümü tarafından organize edilmişti ve “Bölünmüşlükte Gündelik Yaşam: Suriçi Lefkoşa’da 1964-1968 yılları” başlığını taşımaktaydı.
*** Bağımsız bir araştırmacı olan Hristodulu arşiv materyallerini, ikincil kaynakları ve her iki taraftan yapmış olduğu röportajlarla o günlerde (ve hatta şimdi de) inkar içerisinde olan bölünmüş bir kentin canlı bir resmini çiziyor. Soru-cevap bölümünde belirttiği gibi “Kıbrıslıtürkler bu şekilde büyümüş”, yani öteki taraftan sürekli korku içerisinde... “Kıbrıslırumlar ise bir tür milli unutkanlık yaşıyorlar, sanki de 1974 öncesi hiçbir şey olmamış gibi yapıyorlar” diyor. Kıbrıs sorununun çözümsüz kalması sürpriz değil bu durumda...
*** Elbette Kıbrıs Cumhuriyeti enklavlara çekilsinler diye Kıbrıslıtürkler’i zorlamamışlardı. Bu konudaki girişim ister güvenlik nedeniyle (1963’teki iki toplumlu çatışmalar ardından) veya taksimi teşvik etmek maksadıyla, kendi liderliklerinden gelmişti. Olaylara yanıt olarak birkaç düzine enklav yaratılmıştı, bunlar zaten Kıbrıslıtürkler’in yaşadığı köylerde ya da mahallelerde oluşturulmaktaydı ancak aynı zamanda pek çoğu da kendi evlerini terkederek oralara gitmeleri için zorlanmıştı.
*** Bunlardan en önemlisi Lefkoşa enklavıydı, Suriçi’nin kuzey yarısından Girne’ye kadar uzanıyordu, Yeşil Hat aracılığıyla... Bu Yeşil Hat da 1963’te bir ateşkes hattı olarak bir İngiliz tarafından çizilmişti ancak bu hat, işgal sonrasının katı fiziksel sınırı kadar sert değildi.
*** Resmi olarak 500 Kıbrıslıtürk kamu görevinde olmaya devam etmekteydi, birkaç yüz Kıbrıslıtürk de her gün Mağusa Kapısı barikatından öteki tarafa geçmekteydi – enklavlar kapalıydı, öteki tarafla ahbaplık kuran Kıbrıslıtürkler yakalanacak olurlarsa, cezalandırılıyor ve hapse bile mahkum ediliyorlardı. Ancak gündelik yaşam “resmi devlet politikasıyla hemen hemen hiç alakası olmayan birşeydi...”
*** Böylece örneğin Süleyman’ın öyküsünü ele alalım, “Kıbrıslıtürk toplumunun vizyonunu savunmak üzere silaha sarılan bu gencin öyküsünü. Bu görevden ötürü ilk maaşını aldığında, ilk yaptığı şey öteki tarafa geçerek bunu Kıbrıslırumlar’a vermek olmuştu!”
*** Ayrı yaşam görece olarak yeni birşeydi: Hristodulu, 1956 yılına dayandırıyor bunu – o dönem EOKA, Kıbrıslıtürk özel polislerini öldürmüş ve bu da iki toplumun arasını açmıştı, İngilizler de (elbette onlar da kendi gerekçeleriyle çatışmayı körüklemekteydi) dikenli teller çekerek ilk kez Kıbrıslırum ve Kıbrıslırum pozisyonlarını ayırmışlardı...
*** Enklav yılları bir tür geçiş dönemiydi, Lefkoşalılar hep bildikleri kente tutunmaya çalışıyorlardı, tanınmayacak hale gelmeye başlasa da bu kent... Tüccarlar Yeşil Hat’tı aşarak ticaret yapmaya devam ediyordu. Ekmekçiler ve yoğurtçular ürünlerini pazarlıyordu. Hristodulu’nun röportaj yaptığı bir kişi, enklavdaki küçük kunduracı fabrikası için orasının sahibi Kıbrıslırum’a kira ödemeye devam ettiklerini hatırlıyordu, kirayı nakit olarak Ermeni aracılara vermekteydiler. Yeşil Hat’tın her iki tarafından yeni yetme gençler bir yandan nöbet tutarken, öbür yandan sohbet ediyor, birbirlerine ödevlerinde yardım ediyor, kağıttan toplar yaparak bölücü hattın öteki tarafına birbirlerine fırlatıyorlardı... Ancak aynı zamanda iki taraf birbirinden şiddetle uzaklaşıyordu, iki farklı gerçekliği yaşamaktaydılar...
*** Pek çok Kıbrıslıtürk zorla yerinden edilmişti, göçmen olarak yaşamaktaydılar, çadırlardaydılar, ahırlardaydılar, camilerde ya da boş okulların salonlarındaydılar... Enklavlar aynı zamanda Kıbrıs Cumhuriyeti’nin ambargosu altındaydı çünkü bu enklavları yasadışı ilan etmişti Cumhuriyet.
*** Gıda sıkıntısı vahim noktadaydı, haftada iki kez Türkiye ve Kızılay’dan gelen yardımlarla hafifletilmeye çalışılıyordu... Hristodulu, “Ancak bu yardımlar da Kıbrıslırumların insafındaydı çünkü yolları onlar denetliyordu...” Seminere katılanlardan birinin de işaret ettiği gibi bu bir sır değildi – Makarios’un politikası, Kıbrıslıtürkler’in hayatını mümkün olduğunca zorlaştırmaktı, açlık derecesine varıncaya kadar zorlaştırmaktı, böylece kendi balonlarından çıkıp Cumhuriyet’e yeniden katılmalarını sağlamak istiyordu.
*** Enklavlardaki hayat ağır biçimde militarize edilmiş vaziyetteydi, propaganda da hakimdi bu hayata. İlk kez Rumca konuşamayan bir Kıbrıslıtürk kuşağı yetişmekteydi – Rumca, çoğunluğun lisanıydı ve Kıbrıslıtürkler’e Kıbrıslırumlar’ın kendilerini yok etmek istedikleri anlatılmaktaydı. Bu arada Yeşil Hat’tın öteki tarafındaki Kıbrıslırumlar da kendi yabancılaşma biçimlerini yaşamaktaydı...
*** Yüzeysel olarak hayat eskisi gibi devam ediyordu... Hristodulu, “Ne de olmasa, Kıbrıslırumlar Cumhuriyet’in sahibiydi, tüm parasıyla” diyor... Yeni devletin kökleşmesi için kendilerine verilmiş olan tüm uluslararası fonlar da buna dahildi. Eski Lefkoşa’da bir demirci olan Hristakis, “Kum atsan, yere düşmezdi” diye hatırlıyor. O günlerde Lefkoşa sokakları o kadar canlıymış, bunu anlatmaya çalışıyor...
*** 1968 yılında nihayet ambargo kaldırılmış – Hristodulu, “O günlerin en büyük siyasi olayı, Başpiskobos Makarios’un mini etekli bir İngiliz yıldızıyla poz vermesiydi” diyor. Sinemalar ve gece kulüpleri dolup taşıyordu... Ancak yine de atmosferde endişe verici bir hava vardı, Hristodulu’nun konuşmasında belirttiği gibi geri planda sürekli olarak cinayetler ve kaçırmaların yanısıra karmaşık imajlar vardı. “Gazete satıcıları, Yeşil Hat’tın öteki tarafından en korkunç haberleri duyuruyordu... Milli günlerde heyecanlı öğrenciler anavatanları için şarkılar söylüyordu, oğlan çocukları her yerde silahlıydı, tavernalarda ve kahvehanelerde kuşku uyandıran erkek grupları takılıyor ve en son komplo teorilerini anlatıyordu...”
*** Kısacası, bu enklav yılları ondan sonra gelecek durumu haber veriyor gibiydi ve bu, işgalden sonra kemikleşecekti... Kıbrıslıtürk tarafında izolasyona ve askerileşmeye doğru bir dönüş vardı. Kıbrıslırum tarafında ise “milli unutkanlık” ve bugüne kadar devam etmekte olan gerçekliğin inkarı vardı...
*** Tüm bunlar çok üzücü – ancak ya bu bir tür hayatta kalma mekanizması idiyse? Hristodulu konuşmasına sosyolog Fran Tonkiss’ten bir alıntıyla başlamıştı... Tonkiss’e göre “kentsel barış... önemli oranda kayıtsızlık ve duygusuzluğa (apatiye) dayanıyor” – böylece kent toplumlarının ötekilerden uzakta ama birlikte olmaları sağlanıyor.
*** Şimdilerde toplum bölünmüştür ancak inkar hala bir rol oynuyor olabilir. O günlerde Kıbrıslırumlar enklavlardan söz etmekten kaçınıyor ve yoğun sokaklara vuruyordu kendilerini ve İngiliz yıldızlarına – şimdilerde de bundan kaçınılıyor – böylece yarı bilinçli bir duygusuzlukla (apatiyle) sözümona barış korunuyor. Ancak bu durum, iki taraf arasındaki uçurumun devamını sağlıyor...
(CYPRUS MAIL’de Theo Panayidis’in 10.11.2024’te yayımlanan yazısını özetle derleyip Türkçeleştiren: Sevgül Uludağ/YENİDÜZEN).
Cyprus Mail'den bu fotoğraf, 1963 sonrası Kıbrıslırum polisi tarafından yoklanan Kıbrıslıtürkler'i gösteriyor...
Cyprus Mail'de yayımlanan 1964'teki Kıbrıslıtürk enklavlarının haritası...
*** GEÇMİŞLE YÜZLEŞMEK İÇİN DÜNYADA NELER YAPILIYOR?
“60. yılında 1964 Sürgünleri ve İstanbullu Rumlar” konferansı 20 Kasım'da...
Yetvart Danzikyan/AGOS
istos yayın ve Hrant Dink Vakfı ‘60. yılında 1964 Sürgünleri ve İstanbullu Rumlar’ başlıklı bir konferans düzenliyor. Bilindiği gibi günümüzde İstanbul'un en kadim yerlilerinden olan Rumların şehirlerindeki nüfusunun bu denli azalmış olmasının başlıca nedeni, 1964 yılında alınmış olan sürgün kararı. Bu kararla İstanbul'da ikamet etmekte olan Yunan uyruklu Rumlar birkaç hafta içinde sınırdışı edilmiş, aralarında TC vatandaşlarının da bulunduğu onbinlerce İstanbullu Rum doğup büyüdükleri ve onların kimliklerini biçimlendiren şehirden koparılmıştı. 20 Kasım’da yapılacak bir günlük konferansla bu konu bizzat sürgünü yaşamış olan tanıkların da katılımı ile ele alınacak. Fener’deki Maraşlı Okulu’nda gerçekleşecek konferansa çok sayıda uzman ve akademisyenin sunumları ile katkıda bulunacak. Konferansın açılış konuşmasını yapacak İlay Romain Örs ile 1964 Sürgünlerini ve konunun günümüzde taşıdığı önemi konuştuk:
*** 1964 yılında ne oldu?
1964’te Türkiye Cumhuriyeti hükümetinin aldığı ani bir kararla, İstanbullu Rum toplumunun takriben üçte biri sınır dışı edilmiştir. Resmi rakamlara göre 12764 kişi bu karardan etkilenmiş, ancak aile fertleri ile birlikte sayıları 30 bini bulan bir topluluk ani bir şekilde göçmek zorunda kalmıştır. Bu zorunlu göç, İstanbullu Rumların şehirdeki nüfusunu ve nüfuzunu hatırı sayılır şekilde azaltmış olmaktan başka, İstanbul’un da demografik yüzünü dönüştüren bir tarihi kırılma noktası olduğu için çok önemlidir. Varlık Vergisi veya 6-7 Eylül 1955 olayları gibi birçok travma yaşamalarına rağmen İstanbul’u terk etmemekte direnen Rumlar, bu en büyük göç dalgasını ancak devlet tarafından zorunlu bırakıldıkları için ve istemeyerek sınır dışı edilmiş oldukları için yaşamışlardır. İstanbul’dan 1964 yılında ayrılmak zorunda kalanlar halen kendilerine “kovulan/sürülen” anlamına gelen “apelathis” derler.
Yüzyılın başında neredeyse şehir nüfusunun çeyreğini oluştururken, yüzyıl önce de sayıları yüz bini geçerken, aradan geçen 60 senede süregelen baskıların da etkisiyle azalmaya devam eden İstanbul’daki Rum nüfusunun bugün 1500-2000 civarında olduğu tahmin edilmektedir. İstanbullu Rumların 20. yüzyıldaki bu radikal dönüşümü, hem bir kentli topluluğun azınlıklaştırılmasının, hem de bir şehrin ve bir ülkenin kültürel homojenleşmesinin hikayesidir. 1964 sürgünleri de bu ikili hikayede donum noktası oluşturan çok önemli bir süreçtir.
*** Bu sürgünlerin gerekçesi neydi?
1964 sınır dışı edilmelerinin gerekçesi bu kişilerin Yunanistan vatandaşlıklarının bulunmasıydı. İstanbul’da Yunan vatandaşı Rumların bulunmasının arka planı ise şudur: Ulus-devletlerden çok daha eski bir tarihe sahip olan İstanbullu Rumlar, milletleşme sürecinde farklı vatandaşlıklar edinmişlerdi; bazen aynı ailenin içinde bile Türk, Yunan, hatta Fransız, Alman, İtalyan gibi farklı tebalara mensup bireyler olabiliyordu. Rumların kozmopolit bir topluluk olmasından kaynaklanan bu durum, devletler tarafından da hem bilinip kabul edilmekte, hem de hukuki bir çerçeve ile garanti altına alınmaktaydı. 1923 Lozan Antlaşması'na göre İstanbul Rum nüfusu, vatandaşlık statüsünden bağımsız olarak mübadeleden muaf tutulmuştu. 30 Ekim 1918 tarihinin öncesinden itibaren İstanbul’a yerleşik olan Rumların ‘etabli’ denilen bir statü ile bir yerli halkın sahip olması gereken tüm hakları onanmıştı. Daha sonra, 1930 yılında Atatürk ve Venizelos arasında imzalanan ve dostluk anlaşmaları diye bilinen bir dizi düzenleme ile bu haklar tekrar garanti altına alınmıştı.
16 Mart 1964 tarihinde Türkiye, bu anlaşmalardan biri olan “İkamet, Ticaret ve Seyrisefain Mukavelenamesi”ni tek taraflı olarak feshetti. Buna göre yaklaşık bin kişi “zararlı faaliyet” sürdürdüğü iddiasına göre derhal sınır dışı edildi. Bir diğer madde ise “ülke savunması ve genel güvenliği ilgilendiren konular” diye bir ibare içeriyordu. Binlerce Yunan uyruklu Rum o sırada alevlenmiş olan Kıbrıs çatışmalarında taraf oldukları öne sürülerek ve zorla bu konuda bir itirafname mektubu imzalatılarak mahsurlu ilan edildi. Sınırdışı edilenlerin isimleri günlük gazetelerde yayınlanarak herkese ilan edildi. Bu uygulamadan yaklaşık 13 bin Rum etkilendi. Bunların yarısı, o zamana kadar otomatik olarak yenilenen oturma izinlerinin uzatılmaması ile illegal duruma düşürülenlerdi. Sınır dışı uygulamaları, sınır dışı edilenlerin tüm mallarına el konulması anlamına gelecek bir takım uygulamalarla birlikte yürütülüyordu. Rumların yurtlarını bırakıp gitmeleri için sadece iki hafta verildi, yanlarında sadece 200 TL yani 20 dolar ve 20 kilo eşya almalarına izin verildi.
*** 1964 Olayı’na neden sürgün denir? Sürgünlerle ilgili bir yüzleşme oldu mu?
1964-65 yıllarında gerçekleşen ve Yunan uyruklu Rumların Türkiye’den tek taraflı bir hükümet kararıyla zorunlu göçe maruz bırakılarak sınır dışı edilmelerini içeren bu uygulamalara 1964 sürgünleri diyoruz. Sürgün diyoruz çünkü yerli ve yerleşik bir halkın herhangi bir suçu olmadan ve hem ülkenin kanunlarını hem de uluslararası anlaşmaları hiçe sayarak, istekleri dışında ve itiraz hakları olmadan, sözleri dinlenmeden apar topar sınır dışı edilmelerine ancak sürgün denebilir.
Bu sürgün sözcüğü önemli, çünkü tarih sözlerle yazılıyor ama bazı sözcükler tabulaştırılıyor ve tarihle yüzleşmek böylece zorlaştırılıyor. Halbuki sürgüne sürgün diyebilmek gerek ki böyle utanç verici uygulamalar tekrarlanmaya başlarsa insanlar en azından eski acıları hatırlayabilsin ve bunları durduramasa da karşı durabilsin. ‘Bir daha asla’ demekle pek olmuyor, çünkü dünya ve ülke tarihinde maalesef tekrar tekrar bu olayların benzerlerini yaşadık, yaşıyoruz, yine yaşayacağız. Önemli olan, ne olduğunun farkına varmak, nedenlerini anlamak, sonuçlarının boyutlarını görmek ve sözümüzü sakınmamak.
1964 sürgünleri gibi travmatik bir tarihi dönüm noktasının sonuçları çoğunlukla tamir ve telafi edilemez, geri döndürülemez niteliktedir denebilir ne yazık ki. Ancak bu kesinlikle “Olmuş, bitmiş, ne yapalım, inşallah da bir daha olmaz” demekle geçiştirilecek anlamına da gelmemelidir. Böyle ağır sonuçları olan, bu kadar acıya sebep olmuş bir olay söz konusu olduğunda yapılması gereken, öncelikle ve ivedilikle, yüzleşme olmalıdır. Bu da konunun kamuoyuna şeffaflıkla duyurulması, halkın açıklıkla bilgilendirilmesi, bilinmeyen konuların araştırılması ve tartışılmasını gerektirir. Bununla birlikte, olaylardan direk etkilenenlerin, konunun muhatabı, hatta eylemlerin kurbanı olan topluluğun dikkatle dinlenmesi gerekir. Aradan uzun zaman geçmesine rağmen, sürgün edilen nesil büyük ölçüde hala aramızda yaşıyor. Onların deneyimleri, anıları ve hatta ileriye yönelik dilekleri öncelik taşımalıdır. Bu yüzleşme, karşılıklı görüşme, tedavi ve telafinin nasıl gerçekleştirileceğini belirleme konusu hem direk bireylerle hem de kurumsal olarak yapılabilir. Rumların haklarını savunmak üzere kurdukları dernekler, dayanışma çevreleri, bulundukları çeşitli girişimler bu kurumlar arasında sayılabilir. Gerek bireysel, gerekse de kurumsal olarak yapılacak bu girişimler sivil toplum düzeyinde olduğu kadar ulusal yani hükümet nezdinde, ve aynı zamanda uluslararası örgütler düzeyinde de yapılmalıdır. Yoksa bu sorunların üzeri ‘Bir daha asla’ demekle, ‘Bir zamanlar Rumlar vardı’ nostaljisiyle pek kapanamaz. İyimserlik iyi ama meselenin köküne inmek, araştırmak, derin analizlerle irdelemek, anlamak gerek.
*** Bu konuda bugüne kadar neler yapıldı?
1964’ten bu yana altmış yıl geçti, ama aradan geçen bu uzun zaman maalesef olayların idrakinden çok unutulmasına yaradı. Çok önemli olmasına rağmen çok az bilinen bir mesele bu maalesef, ve gündemde tutmak için çok az girişimde bulunuldu. Ufak tefek bireysel araştırmaları ve girişimleri bir yana bırakırsak, 1964 sürgünleri ile direk ilgili olarak yapılan en önemli etkinlikler sürgünün 50. yılına denk gelen 2014 yılında gerçekleşmiştir. O sene benim de aralarında bulunduğum bir grup olarak İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde geniş katılımlı bir konferans düzenlenmesine vesile olduk. Daha sonra buradaki sunumların bir kısmı kitaplaştırıldı ve İletişim Yayınları’ndan çıktı. Paralel olarak Babil Derneği tarafından ’20 Dolar 20 Kilo’ adlı sergi düzenlendi. Daha küçük çaplı toplantılar ve sunumlar bunu izleyen senelerde de sürdü, ama bu sene tekrar iyice hareketlendi...
(AGOS – 10.11.2024)