Adı konulmamış bir entegrasyon... Adı neden konulsun ki? Adını koysanız ilhak olacak! O zaman başa bela alacaklar. Hem neden ilhak etsinler ki? Önemli olan fiili durumda işlerin nasıl yürüdüğü. Mesela bir rejimi tanımlarken adına 'demokrasi' diyebilirsiniz. Ama hakiki hayatta yaşananlar bir diktatörlükten farklı değil. Siz 'demokrasi'yi diktatörlük, 'bağımsızlığı' da ilhak olarak okuduktan sonra, ne gerek var adı konulmamış olanın adını koymaya.
***
Adı konulmamış entegrasyon... Bir isim verseler, ilhak gibi mesela başa bela olacak. O yüzden 'bağımsız kktc' veya 'yavru vatan'ın yerine ikame edilen yeni ideolojik kelimemiz 'mavi vatan' diyerek durumu idare edebiliriz. Çünkü ilhak desek başa bela olacak. Ama entegrasyon, tam da bir bağlamı, yaşanan bir süreci tanımlaması anlamında belki de en uygun kavramdır.
Ve sizin kavramlarla kurduğunuz ilişki, yalan ve hakikat ile kurduğunuz ilişki gibidir. Hakikati konuşmadığınız yerde yalana yer açarsınız; yalanı konuştuğunuz yerde de hakikati yok sayarsınız.
***
Kıbrıs'ın kuzeyinde demokrasi, bağımsızlık veya sağcıların üzerine toz kondurmadığı bir devletleşme süreci yaşanmıyor. Bu coğrafyada Türkiye'nin dini, milli, askeri ve ekonomik çıkarları doğrultusunda şekillenen bir entegrasyon süreci yaşanıyor. Buna son yıllarda sıkça dillendirilen jeo-stratejik çıkarları da ekleyebiliriz. Entegrasyonu nihayete ermiş veya bitmiş bir olgu değil, hala devam eden, şekillendirilen/şekillenen ve tasarlanan, yaşayan bir süreç olarak anlamalıyız. Ve her süreç gibi gerilimli, tansiyonlu, devingen ve çok taraflı...
***
Yaşanan her seçimi, -aynen Nisan'daki Cumhurbaşkanlığı seçimi gibi- bu sürecin farkında olarak değerlendirmek lazım. Zaten isteseniz de istemeseniz de, siyaset ürettiğimiz bağlam sizi farkında olarak veya olmayarak bu noktaya getirir. Örneğin daha şimdiden, birileri 'Türkiye'nin adayı' olarak anılırken, bir başkası ise 'Türkiye ile kavga etmekten başka hiçbir şey yapmayan aday' olarak anılmakta. Aslında sadece bu iki algı bile entegrasyon sürecinin güçlü bir şekilde işlediğine dair iki farklı gösterge. Çünkü her iki durumda da doğru veya yanlış, entegrasyon sürecinin yarattığı politik-ideolojik atmosfer içerisinde düşünülüyor, söz söyleniyor ve tavır alınıyor. Veya tam tersi susuluyor, konuşulmuyor, eylenmiyor; normalleştiriliyor.
Yani aslında düşünce yapımızı öyle veya böyle belirleyen temel olgu Kıbrıs'ın kuzeyinde yaşadığımız siyasi-toplumsal-kültürel ve varoluşsal ilişkiler! Eğer politikadan ve toplumsal düzenden konuşacak olursak sanırım başlangıç noktalarından biri de bu ilişkiler meselesi olmalı. Ama sıradan basit anlamıyla Türkiye-Kıbrıslı Türkler ilişkisi değil. Kıbrıslı Türklerin söz, yetki ve karar potansiyeline nasıl sahip olacağına dair toplumsal, maddi, kültürel, politik, bütüncül, etik ve kapsamlı bir siyasal hattan bahsediyorum.
***
Tabii barış, federasyon ve Kıbrıslı Türklerin özne olması için mücadele edeceği iddiasında olan adaylar bu yönde ciddi bir politika mı geliştirecek yoksa benzer içerikli içi boş ama dışı bolca cilalı seçim sloganlarını tekrarlamakla mı yetinecekler, göreceğiz. Bu seçim bolca yalanın mı yoksa adayların hakikat arayışına girişeceği bir seçim olacak?
***
Her seçim döneminin değişmez sloganı, “Türkiye ile eşit, karşılıklı saygıya dayalı ilişki” düsturudur. Bu seçim de geçtiğimiz yıl yaşanan gerilimlerin gölgesinde, Türkiye ile ilişkiler meselesinin hem daha da hassaslaştığı hem de olumlu veya olumsuz daha fazla başvurulan bir argüman haline geldiği bir sürece gebe. Seçim sürecinde bu konu ne kadar sağlıklı tartışılabilir, emin değilim. Ama sanırım bazı noktaların altını çizmekte, bazı noktaları ise açık açık konuşmakta fayda var...
***
Merkez siyaset içerisinde Kıbrıslı Türkler ile Türkiye hükümetleri arasında eşit ve diplomatik ilişkiler kurulması gerektiğini, kavga etmeden sorunlara çözüm bulunabileceğini savunan bir siyasal hat var. Son zamanlarda sıklıkla CTP liderliği, zaman zaman TDP ve sözde de olsa HP bu sınırlar çerçevesinde siyasal argüman üretmekte. Bu siyasi argüman sizi çoğunlukla sessizliğe ve sindirilmişliğe, eğer sağ bir siyasal arka plana sahipseniz ise biat etmeye kadar götürebilir. Aslında “eşit ve diplomatik ilişki”, her ne kadar kulağa hoş gelen bir slogan olsa da, Türkiye ile Kıbrıslı Türklerin ilişkisinin doğasını anlamayan; veya daha doğrusu anlamaktan ve dillendirmekten geri duran kolaycı bir siyasetin ürünüdür. Kıbrıslı Türkler ile Türkiye arasındaki ilişki eğer eşitler arası ve her iki tarafın da iktidar sahibi olduğu bir ilişki biçimi olsaydı, o zaman anlamlı olabilirdi. Fakat tam tersi, bu siyasal hat Türkiye ile Kıbrıslı Türkler arasında asimetrik bir ilişki olduğu hakikatini yadsımakta veya görmezden gelmekte. Bu ilişki biçimi gün be gün Kıbrıslı Türklerin aleyhine yeniden kurulmakta, gelişmekte ve korkarım ki artık içselleştirilmektedir. Bunun en güzel örneği “aman Türkiye'ye bir şey söylemeyelim, kavga çıkamasın” ile AKP hükümetine karşı muhalefet yapan kesimleri “Türkiye karşıtları” yaftası yapıştırılmasıdır. Birindeki ürkek tavır, diğerindeki saldırgan tutum aslında birbirini tamamlayan bütünün parçalarıdır: Entegrasyon siyasetçisi! Aslında bu tavır bile söz konusu ilişki biçiminin doğasını gözler önüne sermekte. Eğer kaşınızda eşit ilişki kurabileceğiniz biri olsa, ona hayır demekten çekinilmez veya hayır diyenler de fişlenmezdi.
Bu meseleyi tartışmaya devam edeceğiz... Ama anlaşılabilmek adına bir noktaya daha değinmek gerekmekte.
***
Entegrasyon süreci siyasetlerinde, “Eşit ve diplomatik ilişki” çizgisinin karşısına ise Kıbrıslı (Türk) milliyetçiliğine batırılıp çıkartılmış bir kimlik, onur ve dik duruş siyaseti yerleştirilmekte. Daha çok hınç ve öfke ile şekillenen, fiili alanda ise reaksiyoner tepkimelerle parlayan bu tarz-ı siyaset, kendisini sadece bir karşıtlık üzerinden, -bu Ankara karşıtlığı olabileceği gibi, Kıbrıs'ın kuzeyindeki herhangi bir politik parti ve hatta kktcnin kendisi de olabilir- var kılmaya çalışmakta. Bu siyasetin takipçileri Türkiye devletinin dayatmalarına veya entegrasyon sürecinin sosyal yansımalarına karşı çıkarken, kendilerini sadece karşı çıkan konumunda sabitlemekte, 'yokoluş hezeyanları' içerisinde bir yandan 'solculuk', bir yandan da ırkçılık yapabilmekte, hatta ırkçı olduğunu da reddedebilmekte. Ama işin kötüsü, yine Türkiye ile Kıbrıslı Türkler arasındaki asimetrik ilişki unutulmakta, Türkiye hükümetlerinin politikalarına karşı çıkarken, bunun alternatifini inşa sürecine girişilmemekte. Girişildiği noktada da en keskin muhaliflerin nasıl statükonun güçlü bir kolonu olduğu gerçeği ile yüzleşilmekte. Türkiye'nin politikalarına karşı çıkarken, gerçekten kendi ayakları üzerinde duracak bir toplum tahayyülünün maddi potansiyelini tartışmaktan kaçınılmakta. Dolayısıyla politik açılım yapamadığı için bu tarz bir siyaset kültür ve kimlik alanına sıkışmakta, slogandan öteye geçmeyen bir çaresizlik içerisinde tepinmekte. Orada da küçük gettolar inşa etmekten öteye geçememekte.
***
Siyaset alanında yaşanan tıkanmayı sanırım hakiki şeyler tartışarak aşabiliriz. En azında eğer konu Türkiye ile ilişkiler meselesiyse, ortada aslında bir ilişkinin değil, entegrasyon sürecinin olduğunu ve bunun da asimetrik geliştiğini idrak etmemiz lazım. “Eşit ve diplomatik ilişki” ile bir yere varılabilir mi, “sürekli dikleşerek” bir yere varılabilir mi? Peki başka bir soru, Kıbrıslı Türkler entegrasyon sürecini tersine çevirecek potansiyele sahip bir halk mıdır? Ya da bu potansiyeli geliştirmek için neler yapmak lazım ve nasıl?
***
Hayat aslında bir ilişkiler ağıdır. İç içe geçen, ayrışan, parçalanan veya yeniden birleşen ve kaynaşan. Bu ilişkiler ağı eğer bizleri boğuyorsa ve nefessiz bırakıyorsa, o halde bunu dönüştürmekten başka yol yok. Dönüştürmediğimiz her an ise daralan bir labirentin içinde nefessiz kalacağız. Ölümden daha kötüsü, nefessiz yaşamaktır. Bu yüzden entegrasyonu içselleştirmeyelim. Son yıllarda ana akım siyasilerin çıkışları veya sessizlikleri ne yazık ki entegrasyonun içselleştirilmesine dair birer gösterge. Ama bilelim, entegrasyona karşı çıkacağız diye de kimlik siyasetinin karanlık sularında kaybolmayalım.
Alışageldiğimiz yaşamların, muhalefet pratiklerinin, hükümet modellerinin ve statülerimizin esiri oldukça, içselleştirdiğimiz ve normalleştirdiğimiz şey haline geliriz. Entegrasyon!
*Bahsettiğim bütüncül politik hat, aslında bir değerler manzumesidir. Özgürlükte, dayanışmaya; eşitlikten adalete; ekolojiden toplumsal cinsiyet eşitliğine ve barıştan bağımsızlığa kadar... Ve bu değerler manzumesi, tek bir kişinin, bir kurtarıcının ya da devletli bir politikacının hayata geçireceği şeyler değildir. Aşağıdan, toplumsal alandan, kişisel ve kolektif ilişkilerde gelişip serpilebilecek, yayılabilecek değerlerdir.