Entelektüel ütopyanın peşinde koşar, bu yüzden de melankoli ile iç içe yaşar. Ütopyacıdır, çünkü şeylerin olduğu gibi olmak zorunda olmadığını bilir ve daha iyi ve güzelin şart ve mümkün olduğunu düşünür. Melankoliktir, çünkü şeylerin olduğu gibi olması onda hüzün yaratır. Bazen hüzün ve melankoli bir tür “meslek-bozukluğu” haline gelse de, entelektüel hüznünde sahicidir. Şeylerin olduğu gibi olmasından gerçek bir hüzün duyar. Bu yüzden de melankoli kimliğinin asli bir parçasıdır. Entelektüel, duyarlılığı sonucunda içine sürüklendiği melankoliden kendi üretimi sayesinde çıkar. Daha iyi bir dünya tahayyülünün kaynaklık ettiği üretim etkinliği, melankolisini aşmasına yardımcı olur. Bu yüzden bilgi, değer ve fikir üretimi sadece insanlığa sunulan bir hizmet değil, entelektüelin yaşamsal ihtiyacıdır, çünkü üretimle kendi hüzünlü hayatıyla baş etmeye çalışır.
Günümüz dünyası ütopyadan çok uzak bir dünyadır. 1989 sonrasında “tarihin” ve “ütopyanın sonunu” ilan edenlerin sayısı az değildir. Ütopya yoksulu bir ortamda entelektüel değerden düşer. Bir dönemin entelektüellerinin Moral/Etik tartışmaları terk ederek “teknik uzmanlara” dönüştüğü bir dünyadır bu. Vicdan ve moral savaşçılarının yerini şimdi iktidara heveslisi “teknik elemanlar” almıştır.
Fakat ne olursa olsun, insanlığın eleştirel düşünceye olan ihtiyacı hiçbir zaman yok olmaz! Verili durumu “yeryüzü cenneti” sayanlar elbette böyle bir ihtiyaç içinde değildir fakat iki önemli olgu bizi ister istemez eleştirel düşünceye sevk eder: 1) Olanın olduğu gibi olması kader değildir. Yani, gördüğümüz ve yaşadığımız her şeyin daha farklı olabileceği gerçeği... 2) Değişime duyduğumuz gereksinim hiçbir zaman sona ermez. Çünkü, Bertol Brecht’in dediği gibi, “her şey olduğu gibi kalırsa, kaybolup gideceğiz. Değişimdir dostumuz, çelişki müttefikimiz...”
Aslına bakarsanız, herkes değişim deyip duruyor. Popülist politikacılar, teknokratlar vs... Peki, entelektüelin değişim arayışı hangi noktada farklılaşıyor? Entelektüelin değişim arayışı teknik bir görev anlayışından türemez. Dar anlamda ideolojik bir tutku da değildir. Ayrıca, sadece dışarıya kulak verdiği için böyle bir arayış içine girmez. Buna gerçekten ihtiyacı olduğu için, verili durum onu hüzünlendirdiği için, örneğin adaletsizlik yüreğini acıttığı için değişim ister. Ve bunu isterken de kısmi dar çıkarlara hizmet etmez, ne de kendisini merkeze koyar. Jürgen Habermas’ın dediği gibi, o, geneli ilgilendiren ve demokratik duyarlıklarla tanımlanan çıkarların avukatıdır. Ve en önemlisi, değişim talebi verili iktidar yapıları ve taşıyıcılarıyla kapışmayı gerektiriyorsa, bunu göze almaktan kaçınmaz. Tam da bu yüzden entelektüelin en belirgin özelliği “Okur-Yazar” olması değildir. Hegemonik iktidara “Hayır” demesidir, diyebilmeyi göze almasıdır. Bunun elbette bir bedeli vardır. Tıpkı Kavafis’in bir şiirinde söylediği gibi: “Bir gün gelir bazı insanlara/Büyük bir Evet veya Büyük bir Hayır demek düşer/Evet’i içinde hazır tutan kendini hemencecik ele verir/Ve onu söylerken inanış ve onurunun ötesine gider/Reddeden pişmanlık duymaz/Yeniden sorsalar o yine hayır diyecek/Ve fakat o Hayır’ı -ki doğru olandır-/ bütün yaşamı boyunca öder durur.”
İktidarlar çağırdığında dönüp bakmayan, hayır demeyi bilen, özgürlük, adalet, eşitlik ve insan onuru uğruna bedel ödemeyi göze alan bireydir entelektüel. Bu yüzden de hem melankoliktir, hem de özgür...