“EOKA-B’nin 1973’te Grivas’ın emriyle öldürdüğü EDEK üyesi Kokos Fotiu, mezarında ters dönmüştür...”

Sevgül Uludağ

(Değerli yazar arkadaşımız George Kumullis, “Grivas Müzesi” açılması için DİKO ve EDEK ile DİSİ VE ELAM’ın oylarıyla bütçeden fon ayrılmasına karşı çıktı ve bu konuda görüşlerini 5 Kasım 2022 tarihli POLİTİS gazetesinde yer alan makalesinde ortaya koydu... Arkadaşımız Kumullis’ten yazısını İngilizce’ye çevirmesini istedik – o da bizi kırmayarak Rumca yazısını İngilizce’ye çevirdi, biz de bu değerli arkadaşımızın yazısını okurlarımız için özetle derleyip Türkçeleştirdik... Kendisine çok teşekkür ediyoruz... S.U. – YENİDÜZEN).

George Kumullis
DİKO ile EDEK’in bir “Grivas Müzesi” yaratılması ve Grivas Vakfı’na sponsorluk konusuna destek vermeleri, Kıbrıs tarihinde kara bir sayfadır. Yakın geçmişe kadar bu düşünceyi yalnızca DİSİ ve ELAM desteklemekteydi ancak bu da sürpriz değildir. 1974 sonrasında tüm EOKA-B’ciler, DİSİ’ye sığınmışlardı, bu parti de kendilerine sevecen biçimde kollarını açmış ve  işlemiş oldukları tüm suçları affetmişti... Ve Grivas için düzenlenen anma törenlerinde de resmi ağızlar, Grivas’ın “başarılarını” övmekte ve DİSİ Başkanı da anıtına çelenk koyarken, Eğitim Bakanı ise Grivas’ın heykeli önünde pür dikkat dikilmektedir.

2022 yılında bir AB üyesi olan ve dinci bir ülke olan Kıbrıs’ın, evrensel değerleri ve idealleri desteklemek yerine, suçları göklere çıkarması gerçeküstü gibi duruyor. Aşağılanmanın en altlarına batmış olduğumuzu söylemekte tereddüt etmiyorum... Bu konu öncelikle siyasiden çok ahlakidir. Grivas’ın aşırı sağcı olmuş olması önemli değildir. Önemli olan Grivas’ın, Kıbrıs halkının ezici çoğunluğunun görüşüne göre bir suçlu olmasıdır- cani EOKA-B’nin kurucusu ve lideridir Grivas. Buna karşın, Parlamento “Grivas Müzesi”nin kurularak onun onore edilmesine karar veriyor ve bu da suç kültünün canlandırılmasının aşırı bir örneğidir. Bir kez daha uluslararası alanda aşağılanacağız, eğer Hitler, Mussolini ve Yuannidis için müzeler kuracak olsalardı Almanlar’ın, İtalyanlar’ın, Yunanlılar’ın aşağılanacağı gibi aşağılanacağız aynen... Hiçbir yabancı gözlemci, silahlarını Kıbrıs Cumhuriyeti’ne karşı çevirmiş olan EOKA B gibi canice bir örgütün lideri ve kurucusunun neden onore edilmesi gerektiğini anlayamayacaktır – bu ne yaman çelişkidir ki bizzat Kıbrıs Cumhuriyeti’nin “babaları” onu onore edecek!

Elbette DİKO ile EDEK partilerinin bu utanç verici müzenin oluşturulmasına ilişkin tavır değişiklikleri sürprizdir çünkü yakın geçmişe kadar buna olumsuz bakmaktaydılar. DİKO’nun neden fikir değiştirdiği konusunda yorum yapmayacağım – ne de olmasa, bu tam da bu partinin duruşunu yansıtmaktadır. Ancak esas şoke edici olan şey EDEK’İN dönüşümüdür. Bu parti, 1969 yılında kurulduğu zaman, cuntanın ve EOKA-B’nin muhalifiydi... Albaylar diktatörlüğüne karşı direnişiyle Kıbrıs’ı onore etmişti EDEK... O dönemde cuntaya dendiği şekliyle “Milli Hükümet”e karşı gösteriler yapan tek partiydi... 1969-1974 yıllarındaki beş yıllık sürede tiranların düşmanı olan EDEK üyelerinin, yarım yüzyıl sonra tiranların dostu olacağını kim tahmin edebilirdi ki? EDEK, ELAM ile birlikte bir Grivas müzesinin yaratılması için oy verdiğine göre, ancak bu sonuca ulaşabiliriz. Bu müze faşizmi, suçu, diktatörlüğü, gamalı haçı, kafataslarını, beş köşeli yıldızları sembolize edecektir... Kısacası EDEK, hem ahlaki, hem de siyasi olarak ELAM’ın vizyonlarını ve DİSİ’nin bakışını tam olarak desteklemiştir. EDEK artık hiç tanınmayacak duruma gelmiştir!

Ancak şoke eden ve bir noktaya kadar asla düşlenemeyecek şey de EDEK’in Nisan 1973’te Kokos Fotiu adlı önde gelen bir EDEK üyesinin Grivas’ın emri ile vahşice öldürülmüş olmasını esrarengiz biçimde “unutmuş” olmasıdır. Şu anda Kokos Fotiu, kesinlikle mezarında ters dönmüştür. EDEK, Fotiu’yu öldürtmüş olan birisi için bir müze kurulmasına olumlu oy verirken hangi güdüyle harekeet etmektedir? EDEK lideri Vassos Lissaridis’i öldürmeye çalışmış olan ve kurucusu Grivas olan canice örgüt EOKA-B’nin bunu yaptığını bildiği halde, hangi güdüyle EDEK böyle bir müze için olumlu oy veriyor?

EDEK’in tavır değişikliğinin altında yatan nedenlere ilişkin şu ana kadar EDEK’ten resmi herhangi bir açıklama gelmemiştir, ben de bu konuda herhangi bir şey duymadım. Latince’de bir deyiş vardır, “Qui tacet consentit” diye, bu da “sessizlik, onay verdiğin anlamına gelir” demektir. İki şey oluyor: Ya parti liderliğinin hafızası ve dili tamamen tutulmuştur ya da ELAM ideolojisi, EDEK’in derinlerine kadar iyice sızmıştır... Her halukarda bu parti için üzücü bir sondur bu – şimdi artık EDEK, aşırı sağcı olarak tanımlanmaktadır.

Gene da ben EDEK üyelerine faşist virüslerin bulşamış olduğuna inanmayı reddediyorum. Tam tersine, pek çok üye, liderliklerinin bu kararına karşı çıkıyorlar. Örneğin geçtiğimiz Ocak ayında, EDEK’in Mağusa Belediyesi Meclis Üyesi Dimitris Savullis, Fotiu’yu anma töreninde yaptığı konuşmada şöyle demişti: “Helenizm ve Anavatan için kritik anlarda, genel olarak Kokos Fotiu gibi insanları onore edip layık oldukları şekilde anmamak mümkün değildir. Hain Cunta’nın Anayasa’dan uzaklaşıp seçilmiş hükümete karşı yaptığı girişime karşı direnen ilk Kıbrıslı şehitti o; EDEK’in ilk direniş savaşçısıydı ve 47 sene önce faşist cani örgüt olan EOKA B tarafından öldürülmüştü...” Görebileceğiniz gibi bu söylem, aşırı sağ söyleminden radikal biçimde farklıdır – bu da EDEK milletvekillerinin bu yüz kızartıcı müzenin kurulmasına onay vermeden önce, parti üyelerinin nabzını tutmamış oldukları yönünde insanı kuşku içine itmektedir.

Son olarak EDEK’in tavrının faşizme ve Grivas’ın temsil ettiği şeyleri destekleyip cesaretlendirdiğini belirtmek isterim. İddia ettiği gibi sosyalist bir parti olarak aşırı sağ görüşlere ve faşizme karşı bir cephe açmıyor, tam tersine bu görüşleri taşıyanlara provokatif biçimde siyasi bir kılıf sunuyor...”

(George Kumullis’in yazısını özetle derleyip İngilizce’den Türkçe’ye çeviren: Sevgül Uludağ/YENİDÜZEN).

FOTOĞRAF: Ressam George Gavriel'in Grivas'la ilgili bir resmi...


GEÇMİŞLE YÜZLEŞME VE YEMEK KÜLTÜRÜ...

“Mekanın ve yemeğin hafızası...”

Murat MIHÇI
“Sayısız günlerin rüzgârından aşınıp düzleşen eski evler, atmosferin yansımalarıyla, yankılarla, bulutsuz gökyüzünün derinliklerine saçılmış renklerin anılarıyla oyun oynarlardı. Sanki kuşaklar boyu süren yaz günleri, eski evlerin ön yüzlerindeki küflü sıvayı temizleyen duvarcılar gibi insanı yanıltan o cilayı kaldırıp evlerin gerçek yüzünü, yazgının armağanı olan, yaşamın da içeriden biçimlendirdiği çizgileri gittikçe daha açık olarak ortaya çıkarıyorlardı.”
Tarçın Dükkanları, Bruno Schulz

Geçmiş yazılarımdan da bildiğiniz üzere Konya Ereğli’den İstanbul’a göç etmiş bir aileden geliyorum. İstanbul’a yerleşmeye karar verdiklerinde (1950’li yılların sonları) İstanbul Galata Yanıkkapı tarafındaki handa iki küçük iş yeri almışlar. Dedemden sonra babam yine bu konumda iş hayatını imalat yaparak sürdürdü. Benim tarihim ise 1980’lerde babama çıraklık yaparak başladı. İş hayatım bazı yıllar kendi işimizde, bazı yıllarda da başka bir firmada 2022 yılına kadar devam etti.

Yanıkkapı Emekyemez Mahallesi, Çeşme Meydanı diye bilinen yer aslında içinde ciddi bir tarih barındıran alandır. Galata, Karaköy civarını yazan çok araştırmacı vardır. Fakat bu sokağın mercek altına alınıp incelenmesi gerektiğine hep inanmışımdır.

Karaköy Yanıkkapı’nın tarihi hakkında yazı yazılacaksa tarihi hamamları, surları, Galata Kulübü dışında sosyolojik hikayelere de değinmek gerekir.

Bunların belki de en büyük örneği olarak, Türkiye Elektrik Piyasası başta olmak üzere birçok alanda öncülük yapan HECO Firması sahibi Hayk Değirmenci öne çıkacak ilk isimdir.

Yanıkkapı’da Cenevizlilerden kalan eski bir hamamın duvarında aslan başı kabartmaları bulunur. Babam Agop Ustanın elinden tutarak önünden geçtiğim yıllarda o duvardaki aslan kafalarını çok gizemli bulurdum. Hamamı geçtikten sonra surlar üzerindeki taş görselleri izlerdim. Hamamın yanında duran Kokoreççi Muhsin abi vardı. Her sabah kokoreçleri için kömürleri mangala koymadan önce o aslan ağzında ateş yakarak kömürlerini közlerdi. Çocukluğumda o aslan ağzında közlediği kömürlerin o kabartmalara zarar verdiğini görür, çok üzülürdüm. Her seferinde “Muhsin abi, burada yapma, aslanlara zarar veriyorsun’’ diyerek itiraz etmeyi çok istedim fakat kocaman bir bıçağı vardı ve korkardım. Muhsin abi kavgacıydı ve millet onun deliliğinden çekinirdi. Fakat hayatım boyunca Muhsin abiden hiç kokoreç almadım. Kendisinden kokoreç alanlara ‘O’nun kokoreci pis’ dediğimi iyi hatırlarım.

Geçenlerde Beyoğlu’nda bulunan Lebon Pastanesi’nin kapandığını öğrendik. Aslında net söylemek gerekir ki bu tarz yerler özellikle son bir senedir hızla kapanmaya başladı. İstanbul’da eski yerleşim yerlerinde eski kiracılar yeni kira kanunları ve ekonomik şartlara ayak uyduramıyor. Ev sahipleri ve kiracıları karşı karşıya geliyor. Mesele sadece kiracının mağduriyeti değil, bir diğer yandan ev sahiplerinin de mağduriyeti var. Bu tespitim belki eleştirilebilir fakat bana göre her mesele için madalyonun diğer tarafına da bakmak şarttır. Bunu da konuya dönmeden önce eklemiş olayım.

Kapanmak zorunda kalan eski mekânlar konumlarından ötürü aslında bölgenin hafızasını da içinde taşıyor. Yerlerine sadece dönemsel olarak trend olan mağazalar açılıyor ve popülerlikleri miadını doldurunca kapanıyor. Bizler de artık doğal olarak buna alışmış oluyoruz. Lebon Pastanesi denilince aklıma ilk olarak babamın cebime para koyup profiterol almaya göndermesi geliyor. Pastaneye gidip profiterol demekte zorlandığımı ve çok utandığımı hatırlıyorum. İnci Pastanesi ve Lebon Pastanesi arasında bu tatlıyı daha iyi kim yapar tartışmasının olduğu günlerdi. Kuruluşu, Cumhuriyet döneminden daha da eski olan 212 yıllık bu pastane artık yok. Onun bu birikimi de bir yanıyla yok olacak. Kendilerinden çok daha büyük anlam ifade eden mekân ve yemek hafızasının yok olması sadece bir pastaneden de ibaret değil ne yazık ki…

Coğrafyamızda en övündüğümüz konuların başında mutfağımızın ne kadar zengin olduğu gelir. Bugün ise maalesef Anadolu’da bile yerel yemekler kayboluyor. Bir Ereğli gezimde tesadüfi bir şekilde kurulmuş bir pazara denk gelmiştim. Ben de pazarda gezerken bir peynircinin yanına yaklaştım ve “Sündürmelik peynir var mı?” diye sordum. Konya civarından belli yaştaki arkadaşlar sündürmenin ne olduğunu iyi bilir. Bekletilmiş klasik çökelekten farklı yapılmış bir peynir türü ile tereyağla ateşte yapılan bir yemek ya da mezedir. Pazarcı kadın benim yerelden biri olmadığımı düşünerek beni kandırmaya çalıştı, başka bir peynir satmak isteyince de itiraz ettim. Kadının arkasındaki teyze seslendi:

- Oğlum, sen nerelisin?

- Teyze, ben eski Ereğlilerdenim.

- Hele de bakayım, kimlerden olursun?

- Teyze bizimkiler göç etmiş, tanımazsın.

- Sen madamların torunlarından mısın?

Ben de şaşkınlıkla, “Evet, Bakırcı Artin ve Mari’nin torunuyum.” dedim.

Daha sonra bana yanlış peynir satmaya çalışan kadına, yani gelinine içeri gitmesini ve tarif ettiği yerden sündürmelik peyniri getirmesini söyledi. Sözüne devam ederek, “Ben bu peyniri yapmayı sizinkilerden öğrendim. Bugün bu peynirin yapımını öğrenmek isteyen de yok, yemeyi bilen de yok.” diyerek üzüntüsünü ifade etti.

Gastronominin tarihsel hafızasını yok etmek, tarihi mekanları yok etmek kadar sakıncalı durumdur. Lebon Pastanesi, sadece kapanan bir pastane olarak gördüysek aslında kapitalist sistemin ağır pençesi altında olduğumuzu düşünmemiz gerek. Kültürel hafızamıza bir darbe daha vurulduğu çıkarımını yapıp aslında ne kadar üzücü olduğunu derinden hissetmemiz de gerekir.

Tekçi anlayışın kapitalist ayağı ne yazık ki bazen Peri Bacaları’nı yıkarak yol yapıyor, bazen de kültürlerin yok olması için tarihi alanların yıkılmasına izin veriyor.

Geçen günlerde Beraberce Derneği’nin düzenlediği, Almanya-Türkiye arasında ‘Göçün Gastronomisi’ üzerine bir çalışmaya izleyici olarak katıldım. Türkiyelilerin mutfağının Almanya’daki durumu üzerine sunum yapıldı. Tabii döner baş konuydu. Almanya’da ‘Döner Müzesi’ üzerine bir çalışma bile yapılmış olduğunu öğrendim. Türkiyelilerin yemeklerinin Almanlar üzerindeki etkisi üzerine olan tartışmada esas zenginliklerin yansıtılamadığı eleştirisi de yapıldı. Ne denir bilinmez ama güzelliklerimizin ve renkliliklerimizin yok edilmesinin kültürel erozyona da sebep olduğunu unutmamalıyız. Umarım bir gün Lebon Pastanesi de ticari kaygılarını geride bırakarak kendisini yaşatacak bir hafıza yaratır. Aksi takdirde fabrikasyon konserve yemeklere ve bize dayatılan yaşama şekline teslim olacağız...

(ARTI GERÇEK – Murat MIHÇI – 4.11.2022)