Erdoğan Kıbrıs Sorununda Nerede Duruyor?

Yücel Vural

Muhatapları artık Türkiye cumhurbaşkanı Erdoğan’ı çok iyi tanıyorlar. Bu nedenle Erdoğan’ın birçok özelliği bulunduğunu da anlıyorlar. Bu özelliklerin en önemlisi Erdoğan’ın ‘gücünün sınırlarını bilmesi’ ve ‘şartların zorlaması halinde’ gerekli olan manevraları yaparak siyasal bir yenilgiden kaçınmayı öngörebilmesidir.

Aslında, Erdoğan daha Türkiye merkezi siyasetinde adını duyurmaya başladığı dönemden itibaren, bu özelliğini kendi deyimiyle ‘dik durmak ama diklenmemek’ şeklinde açıklamıştı.

Bu tutumundan hiç taviz vermedi.

Erdoğan’ın, İsveç’in Nato üyeliği, Ukrayna’nın işgali, Rusya’yla ilişkiler ve AB’yle ilişkiler konusunda, son dönemde takındığı tutumlar bu ‘dik durup diklenmeme’ özelliğini açığa çıkarıyor.

Şimdi bu konulara Yunanistan’la ilişkileri ve Kıbrıs sorununu da ekleyebiliriz.

Tüm bu örneklerde Erdoğan, hem ideolojik bir tutum içinde olmuş, hem de gücünün sınırlarını düşünerek uluslararası muhataplarıyla yeni bir ilişki sinyalini, uygun zamanlarda vermeye önem göstermiştir.

Erdoğan’ın, kendince gerekli olan zamanlarda eski ya da bilinen tutumundan vazgeçmesi, bir pragmatizm örneğidir.

Ama Erdoğan’ın pragmatizmi, ideolojisini rastgele terketme eğiliminden değil, mümkün olmayan üzerinde ısrar etmenin anlamsızlığını kolayca kavramasından kaynaklanıyor.

Erdoğan muhafazakar bir ideolojiye sımsıkı bağlıdır. Ama gerektiği hallerde ideolojisini yeni koşullara uydurmayı da becerebilmektedir.

Elbette bu becerinin hayata geçirilmesine yardımcı olanlar, yani fikirleriyle Erdoğan’a ilham verip, etkili olanlar vardır. Onlar, söylemek istediklerini diklenmeden dile getirebilmekte ama nihai kararı verme yetkisi hep Erdoğan’ın elinde bulunmaktedır.

Her ne kadar da, otoriter kimliğe sahip bir lider olarak Erdoğan, kendisine diklenilmesini affetmeyecek kadar katı davranabilse de, çaresiz kaldığını farketmesi durumunda, bu otoriter kimliğinden beklenmeyecek ölçüde esnek davranabilmektedir.

Isveç’in Nato üyeliği için, hem bu ülkenin hukuk devleti anlayışında değişiklik, hem de ABD’den, F16 savaş uçağı ve Suriye’de Kürt Silahlı gruplarını desteklemekten vazgeçmesini talep eden Erdoğan, son ana kadar pazarlık yapmak istemiş, ama bunun mümkün olmadığını gördüğü anda tutumundan vazgeçmiştir.

Böyle bir durumda, öngörü yetisine sahip olmayan başka bir lider, bir çuval inciri berbat edip ülkesine ciddi zararlar verebilirdi.

Ukrayna’nın işgalini kınamasına rağmen, Batı’nın “sayın Putin”e haksızlık yaptığını ileri sürerek Rusya ile Batı arasında bir denge politikası izlemeye çalışan Erdoğan, Rusya’nın savaşı kazanamayacağını, savaş sırasında ve sonrasında ciddi siyasi ve ekonomik maliyetlerle karşı karşıya olduğunu kavramış ve denge politikasını sonlandırma sinyalleri göndermeye başlamıştır.

Bu denge politikasının Türkiye’ye ciddi bir maliyetinin olacağını kavradığı için, bay Putin’e hakszlık yapmayı da göze alarak ‘Ukrayna’nın NATO üyeliğini hak ettiğini’ ilan etmiştir.

Bir anti – AB ve anti- Batı söylemiyle kendine neredeyse otoriter dünyada yer aramaya koyulan, bu amaçla Şangay İşbirliği Örgütü’ne üyeliği gündeme getiren Erdoğan, yukarıdakilere benzer gerekçelerle AB’ye üyelik hedefini şaşırtıcı bir şekilde yeniden ilan etmiştir.

Tüm bu politika değişikliklerini gerçekleştirirken ulaştığı başdöndürücü hız, basın ve entellektüel hayattaki Erdoğan yanlılarının, değişimi destekleyici argüman geliştirmelerine bile fırsat vermemştir!

Erdoğan’ın politika değişikliğinin nedenler arasında, Türkiye’nin gerek ekonomik hayatta yaşadığı ve yıkcı etkileri bulunan sorunlar, gerekse bu sorunların çözüm perspektifini yok eden uluslararası alandaki yalnızlaşması ve çaresizliğidir.

Şimdi Kıbrıslıları en çok ilgilendiren konuya geleleim: Erdoğan’ın Kıbrıs’a ilişkin politikaları nasıl ve ne zaman değişecektir? Erdoğan bu değişime istekli midir?

Sondan başlayalım.

Kıbrıs siyasetinde bir değişiklik, şartların zorladığı bir gerekliliktir. Yani, değişim sinyali Erdoğan’ın yeni bir tercihi değildir. Erdoğan, giderek silahlı çatışma olasılığını artıran mevcut Kıbrıs ve Doğu Akdeniz bölgesine ilişkin yaklaşımlarının bir işe yaramadığını, tam tersine Türkiye’yi yalnizlaştırdığını, ABD ve AB gibi uluslararası aktörler ile İsrail ve Mısır gibi bölgesel aktörleri kendi aleyhine seferber ettiğini kavramıştır.

Dahası siyasal, kültürel ve kurumsal olarak AB’nin bir parçası haline gelmiş Kıbrıs’ta oyunun kuralları arasında askeri güç kullanmak olmadığını, Türkiye’nin böyle bir hatanın maliyetini (Yunanistan’ın 15 Temmuz darbesi gibi) karşılayamayacağı öngörüsünde bulunmuştur.

Bu nedenle toplumlararası görüşme-müzakere sürecinin önü açılacaktır. Ya da Türkiye bu anlamda engel çıkarmayacaktır. Bu Erdoğan’ın pragmatik liderliğiyle alakalı bir konudur.

Bununla birikte, müzakerelere yeşil ışık yakmakla Kıbrıs’ta çözümü hedefleyecek adımların atılması birbirinden farklı olgulardır.

Çözüm için, Erdoğan döneminde ciddi bir adım atılabilmesi için, en başta çözümün şekli/içeriği ve çözüm sürecinin niteliği hakkında izlenen siyasette ciddi bir revizyon yapılması gerekmektedir.

Bilindiği gibi çözüm şekli/çözümün içeriği konusunda Crans Montana’daki çöküşten sonra geliştirilen ve uygulaması mümkün olmayan kalıcı bölünme/iki devletli çözüm modelinden vaz geçilmesi başlıca zorluktur.

Bu anlamda Türkiye ve Erdoğan’ın önünde üç alternatif durmaktadır. Birincisi, makul ve uygulanabilir olan, yani KıbrıslıTürkler’le KıbrıslıRumlar’ın destek verebileceği ve sonuçta Türkiye’nin güneyinde bir dost elde etmesne ve uluslararası toplumla barışmasına fırsat verecek olan, müzakere edilerek uzlaşılmış federal çözümdür. Böyle bir çözüm modeli elbette Erdoğan’ın birinci tercihi değildir. Ama dikkate alınması ve değerlendirilmesi mevcut Kıbrıs, bölge ve uluslararası şartlar tarafından zorlanan bir çözüm modelidir. Bu modelin Erdoğan açısından en kolay tarafı, parametrelerinin büyük oranda belli olması, Erdoğan’ın siyasal repertuarının bu modele ilişkin uygun araçlar içermesidir. Bu modelin BM Güvenlik Konseyi tarafından da desteklenlemesi Erdoğan’ın manevra yapmasına uygun bir ortam yaratmaktadır.

Erdoğan için en zor seçenek, mevcut kalıcı bölünme/iki devletliçözüm modelinde, aktif bir eylem olmasa, da ısrar edilmesidir. Hem Türkiye’nin tarihsel tercihi hem de Erdoğan’ın ideolojisine en çok uygun olan modeldir. Adına isterseniz ‘soydaş Azarbeycan ile kardeş Pakistan bizi tanımaya hazırdır’ modeli de diyebilirsiniz. Çok iyi bilinen nedenlerden ötürü, bu model, tüm Kıbrslıların aleyhine işlemekte, ama adadaki tarihsel varlığını tehlikeye attığı için de en çok zararı KıbrıslıTürkler’e vermektedir. Dahası, silahlı meceralara davetiye çıkardığı için, zararları Kıbrıs dışına taşan bir modeldir.

Erdoğan’ın karşısında duran üçüncü model ise, yukardakilerden herhangi birine açıkca yönelmeden, statükonun sürdürülmesine yarayacak bir dizi eylem ya da eylemsizlik eşliğinde Kıbrıs sorununun buzdolabında kalmasının sağlanmasıdır. Buna ‘bir adım ileri, iki adım geri’ modeli de diyebiliriz. Aslında Erdoğan’ın bu modele destek verme lüksü pek yoktur.

Çözüm süreci ise Erdoğan’ı en çok zorlayacak konudur.

Bilindiği gibi Annan Planı hem ‘bakire doğum’ modelini ileri sürerek, çözüm sürecinin tek bir sıçrayışla tamamlanmasını öngörmekteydi.

Kıbrıs’ın AB üyeliğinden sonra Annan Planı’ndaki ‘bakire doğum’ modeline atıfta bulunulması ve çözüm sürecinin tek bir sıçrayışa indirgenmesi neredyse imkansızdır.

Dolayısıyla, Erdoğan’ın bu konuyu yeniden ele alması gerekecektir. Erdoğan’ın seçeneklerini ele almayı başka bir yazıya bırakalım.

Şüphesiz, önümüzdeki tabloyu anlamamıza yardımcı olacak olan başka bir boyut daha vardır.

O da, Erdoğan’ın yeni siyaset belirlemeye çalıştığı bu süreçte, KıbrıslıRum liderliğinin takınacağı tutumla alakalıdır.

Bu konuyu da başka bir yazıda ele alacağım.