Erdoğan’ın Kıbrıs ziyaretinde söyleyeceklerini merak etmeyen birileri var mıydı?
Herhalde, en fazla merak duyanların başında Yeşil Hat’tın güneyi ve kuzeyinde siyasal hesap yapanlardı. Diğerlerini es geçebiliriz. Bizdekilerin aksine, onlar, olup-bitenin farkındalar ve kendi deyimleriyle ‘durumu takip ediyorlar’.
KıbrıslıRumlar’ın merak duymalarının nedenini anlamak oldukça kolaydır. Crans Montana’dan, yani toplumlararası müzakerelerin çöktüğü 2017 Temmuz’undan beri giderek artan bir belirsizlik ortamı ve Erdoğan’ın öngörülmesi oldukça zor manevraları nedeniyle tedirgindirler. Erdoğan Türkiye’yi uluslararası toplumdan uzaklaştıran yaklaşımlarını terk edecek midir? Bu nedenle Erdoğan’ın söyeyeceklerini anlamlandırmaya ve bundan yola çıkarak nasıl bir durumla karşı karşıya olduklarına karar vermeye çalışmaktadırlar.
Sanırım, KıbrıslıRumlar’ın en çok merak ettikleri şey, uluslararası toplumun Erdoğan’a gönderdiği bunca mesajdan sonra toplumlararası müzakerelerin geleceğinin ne olacağıyla ilgilidir.
Erdoğan’ın bu konuya dönük bir yaklaşımı elbette vardır. Bu yaklaşımı da ziyareti sırasında zaten belli etmiştir!
Ama Erdoğan’ın Kıbrıs’ta bu konuya temas ederek, KıbrıslıRumların beklentilerine yanıt verme arzusunda olduğu iddia edilemez.
Erdoğan, basın mensupları önünde yaptığı konuşmanın hiçbir yerinde, doğrudan doğruya KıbrıslıRumları hedef alan bir açıklama yapmadı! Bunun başlıca nedeni, Erdoğan’ın, bugünlerde Kıbrıs sorunundan daha büyük sorunlarının olması ve hakikaten KıbrslıRumlar için vereceği bir mesajın henüz hazır olmamasıdır.
Erdoğan’ın, özelde toplumlararası görüşmelerin, genel olarak ise Kıbrıs sorununun geleceğiyle ilgili bir tutumu, Kıbrıs ziyareti sırasında açıklaması için Lefkoşa’nın kuzeyinden gelen ısrarlar vardı.
Tatar, bu ısrarını, çok acemi bir şekilde yeniden dile getirdi.
Önceleri, ‘Türkiye’nin Kıbrıs politikası değişecekse’ istifa edeceğini duyurmuştu. Şimdi ise, yanıbaşında konuşurken, Erdoğan’dan ‘bölünme’ siyasetine vurgu yapmasını, abartılı övgüler eşliğinde ısrarla talep etti.
Bu coğrafyada, yersiz ve zamansız yapılan övgünün ne anlama geldiğini herkes bilmektedir. Bunun en güzel örneğini Tatar’ın konuşmasında buluyoruz.
Böyle bir tutumun ne kadar can sıkıcı olduğunu anlamak için, Erdoğan’ın bu konuşma sırasında takındığı tutuma bakmak yeterlidir.
Erdoğan, bu abartılı övgünün ardında yatan nedenin farkında değil midir?
Erdoğan-Tatar görüşmesinden sonra, ikilinin aynı yerde ve diğerini bağlamadığı anlaşılan açıklamalarına bakıldığında, Erdoğan’ın yaklaşımının adresinin neresi olduğunu, kimin için dile getirildiğini anlamak mümkündür:
“KKTC tanınmadan toplumlararası müzakereler başlamayacaktır!”
Böyle bir tutumun geçerliliği bir yana, dile getirildiği günden beri uluslararası düzeyde aldığı tepkilerin hiç de olumlu olmadığı bilinmektedir.
En azından Erdoğan durumun farkında olmalıdır!
Türkiye’den beklenen tek şey, toplumlararası müzakere masasına geri dönülmesi düşüncesine destek vermesidir.
Ama Türkiye’nin sorunlarını içeren dosyada sadece Kıbrıs bulunmamaktadır.
İçinde Kıbrıs’ın da bulunduğu bir dizi sorunun en önemli muhataplarının başında da, KıbrıslıRumlar değil, ABD gelmektedir.
Şimdi, Türkiye’nin elinde ABD ile pazarlıkta gündeme getireceği kabarık bir dosyanın olduğu anlaşılıyor. Dosyanın içeriğinin, büyük oranda sarsılan Türk-Amerikan ilişkilerinin geleceğini şekillendirmekle alakalı olduğu çoktandır biliniyor.
Yani Türkiye, ABD başta olmak üzere, Batılı müttefikleriyle pazarlık yapmak istiyor.
Süriye’nin kuzeyinde ABD’nin Kürt silahlı – siyasal yapılanmasıyla girdiği ilişki dosyanın birinci maddesi gibi duruyor. Türkiye’nin ABD’den talep ettiği sofistike silah sistemleri, ABD’nin Yunanistan’a verdiği askeri destek, Türkiye’nin Ukrayna-Rusya savaşında Rusya’ya ciddi bir hareket alanı yaratan tutumu ve NATO’ya ilişkin yükümlülükleri dosyanın yoğunluğunu anlatıyor.
Bu konularda hem Türkiye’nin hem de ABD’nin, çoğu durumda çelişen karşılıklı beklentileri vardır.
Türkiye, karşılıklı beklentilerin bir paket olarak ele alınıp sonuçlandırılmasını öngörürken, ABD buna yanaşmamaktadır. Finlandiya ve İsveç’in NATO’ya üyelik serüveni dikkate alındığında, Türkiye-ABD ilişkilerinin önemli bir özelliği ortaya çıkmaktadır. Türkiye’nin Finlandiya’nın koşulları yerine getirdiğine dair neredeyse kendi-kendini ikna ettiği anlaşılıyor. Şimdi benzer bir durum İsveç’in üyeliğinin resmileşmesi sürecinde de yaşanmaktadır.
Yani Türkiye’nin pazarlık gücünün oldukça sınırlandığı bir dönem yaşanmaktadır.
Türkiye, çok arzu etmesine rağmen masaya sürdüğü kabarık dosya üzerinden ABD ile kapsamlı bir pazarlığı başlatamamaktadır. Üstelik, Türkiye’nin giderek derinleşen ekonomik sorunları nedeniyle böyle bir pazarlık şimdi çok daha aciliyet taşımaktadır.
Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olarak yeniden seçilmesinin ardından, böyle bir pazarlıkta ısrarcı olması anlaşılır bir durumdur.
Ama, gerçekleşmesini başarsa bile, Türkiye’nin bu pazarlıkta, elde edebileceklerinin niteliği hakkında emin olamadığı anlaşılıyor.
Hele, Türkiye’nin bu pazarlık dosyasına Kıbrıs’ı da dahil etmesi, bir ölçüde armutlarla elmaları ayni kefeye koyması anlamına geliyor.
Kıbrıs’ın AB’nin bir parçası olduğu, buna Kıbrıs’ın kuzeyinin de dahil olduğu, pazarlık kaldırmayan hukuki bir durum ve siyasal bir gerçekliktir. BM tarafından da tescillenen bu statünün değiştirilmesi ancak her iki toplumun ortak talebiyle mümkündür.
Ortada böyle bir ortak talep olmadığına göre Erdoğan neyi nasıl pazarlık edecektir?
Erdoğan’ın, Kapalı Maraş’ın bir bölümüne girilmesi nedeniyle BM Güvenlik Konseyi’nin gösterdiği tepki karşısında, ‘bu Türkiyenin sorumlu olduğu bir durum değildir, buna Kıbrıslı Türkler karar verdi’ mealindeki tutumunu yeniden hatırlayalım!
Şimdi Erdoğan, toplumlararası müzakerelere geri dönülmesi çağrılarına, sayın Tatar’ın ‘bölünme talep ettiğini’ ileri sürerek yanıt verebilir mi?
Tatar’ın, basın mensupları önünde Erdoğan’a ‘iki ayrı devlet’ siyasetinin, Türkiye ve KKTC’nin ortak hedefi olarak gündeme getirildiğini hatırlatması ve bu çizginin devamı yönünde garanti talep etmesi, durumu pek fazla değiştirmiyor.
Türkiye ve KıbrıslıTürk tarafının ileri sürdüğü ‘müzakerelerden çekilme ve kalıcı bölünme’ yaklaşımı, Türkiye’nin uluslararası düzeyde yalnızlaşmasına katkı sağlamaktan başka bir sonuç üretmemiştir.
Erdoğan bu yaklaşımla nereye varılacağını bilmemekte ve uluslararası topluma ve AB’ye meydan okuma anlamına gelen ‘Kıbrıs’ın bölünmesi’ siyasetini hatırlatan Tatar’ı, yüzüne herhangi bir anlam yüklemeden izlemekle yetinmektedir.
Şimdi, Erdoğan bile ne yapacağını bilemiyor!