Bu soruya Türkiye siyasetinde genel olarak şartlara göre değişen iki yanıt verilmektedir.
Bunlardan birincisi, Türkiye’nin Kıbrıs’a ilişkin ‘temel’ siyasetini ve gelmiş geçmiş tüm hükümet ve liderlerinin arzusunu ifade ediyor. Yani mevcut bölünmenin kalıcılaştırılarak Kıbrıs’ın bir bölümünün Türkiye’yle birleşmesi. Bu Siyaset 1950’li yılların sonuna doğru şekillenmiş, 1964 ve 1974 süreçlerinde olgunlaştırılmıştır. Türkiye siyasetinde idealize edilerek meşrulaştırılan şey, KıbrslıTürklerle KıbrıslıRumların birbirinden ayrılmasıdır. Türkiye hükümetlerinin, kimi zaman bölünme siyasetini esnekleştirmesi, bu siyasetten tamamıyla vazgeçildiği anlamına gelmiyor. Kıbrıs’ın bir bölümünün Türkiye’yle birleşmesinde uygulanacak yöntemin de, bunun savunucuları için fazla bir önemi yoktur. Önemli olan, bu birleşmeyi mümkün kılacak uygun bir uluslararası konjonktürün yakalanmasıdır. Türkiye siyaseti, Erdoğan dönemi de dahil olmak üzere, iplerin kaçırıldığı bazı anlar olsa da, uluslararası konjonktürü izlemeye hep önem vermiştir.
Türkiye siyasetinin Kıbrıs’a ilişkin ‘ikinci’ ve ayni zamanda ‘ikincil’ yaklaşımı ise KıbrıslıTürkler’le KıbrıslıRumlar’ın etnik ve fiziki ayrımların sert bir şekilde uygulandığı, zayıf bir merkezi yönetime sahip bir devlet çatısı altında yan yana yer almasıdır. Bu yaklaşımın gerekçesi ise, bölünmenin uluslararası hukuka göre mümkün olmaması ve bu nedenle uluslararası kabul görmemesidir. Türkiye’nin uzun zaman ‘federasyon’ adı altında aslında konfederal bir yapı öngörmesinin nedeni de budur.
Bu iki yaklaşım, zaman zaman, Türkiye siyasetinde dalgalanmalara yol açan, ‘idealize edilenle’ ‘mümkün olan’ arasındaki çatışmayı da içermektedir. Turgut Özal’ın Kıbrıs’ta kalıcı bölünmenin mümkün olmadığını ve Kıbrıs sorununun Türkiye’nin dış politikasında bir handikap oluşturduğunu fark ederek, çözüm yönünde adım atmaya çalışması, Türkiye’nin birincil Kıbrıs siyasetine militanca bağlı olanlar tarafından sert bir şekilde eleştirilmişti. Benzer eleştiriler Erdoğan’ın Annan Planı’na ilişkin olumlu yaklaşımları sırasında da gündeme gelmişti. AK Parti ve liderinin Annan Planı’nı kabullenmesinin gerekçeleri arasında, KKTC’nin tanınmasının mümkün olmadığını kavramasının yanı sıra, KıbrıslıRumlar’ın hayır diyeceklerinin ve Annan Planı’nda bölünmeyi kolaylaştıran ‘zayıf halkalar’ın bulunduğunun varsayılması da yer almıştır.
Erdoğan, BM Güvenlik Konseyi tarafından Kıbrıs sorununun çözüm zemini olarak tanımlanan ve esas olarak iki taraf arasındaki uzlaşmaları içeren parametrelere, 2017 yılı Temmuz ayına kadar destek verme eğiliminde olmuştur.
Crans Montana başarısızlığından sonra, Erdoğan’ın, Türkiye’nin Kıbrıs sorununa ilişkin birincil ya da idealize edilen bölünme siyasetine aktif olarak geri dönmesinin başlıca nedeni, uluslararası toplumun bölünmeye dönük girişimlere karşı etkili bir eylem içinde olamayacağının varsayılmasıdır. Türkiye ve lideri Erdoğan, İki devletli çözüm dışında bir modeli konuşmayacağını ilan ederken, Rusya’nın Doğu Akdeniz’de yeni dengelerin oluşması yönünde davranabileceğini de varsaymaktaydı. Deyim yerindeyse, Türkiye’yi yönetenler tarafından bir Rus kartı icat edilmiş ve bunun Batı’ya karşı etkili bir şekilde kullanılabileceğine inanılmaya başlanmıştı.
Daha sonraları bunun adı ‘denge siyaseti’ olarak ilan edilmiş ve Rusya’yala yakınlaşma neredeyse gizli bir ittifaka dönüştürülmüştür.
Ukrayna’nın işgali nedeniyle başlayan Batı-Rusya çatışması ve Rusya’nın uluslararası sistemden kopuş süreci de, Türkiye hükümetini ve liderini etkileyen çevreler tarafından, Kıbrıs’ta bölünme siyasetine uygun bir konjonktürün hızla olgunlaşması şeklinde algılanmıştır.
Bununla birlikte, evdeki hesap çarşıya uymamıştır.
Rusya’nın Ukrayna’da bir bataklığa saplanarak yenilgiye uğradığı, Batı’nın Rusya’ya karşı yaptırımlarının devam edeceği ve hatta bundan ötürü Rusya’nın iç istikrarını ve uluslararası etkinliğini kaybedebileceği anlaşıldıktan sonra, Erdoğan yeni bir çıkış yolu aramıştır.
Bu arayışın belirtilerini, en açık şekilde, 11-12 Temmuz 2023 tarihinde Litvanya’nın Başkenti Vilnius’ta gerçekleşen NATO zirvesinde görebiliriz.
Yunanistan başbakanı Mitçotakis, Erdoğan’la görüştükten sonra ve zirve sonunda basına yaptığı bir açıklamada, ‘Türk-Yunan ilişkilerinin yeniden başlaması’nın hem kendisinin hem de Erdoğan’ın arzusu olduğunu, ‘yol haritası konusunda uzlaştıklarını’, Erdoğan’ın samimiyetine ve niyetine güvendiğini’ vurgulamıştı.
Bunun ardından Erdoğan’ın Kıbrıs’ta müzakerelere kapı aralayan duruşunu, bu duruşu dengelemek amacıyla girişilen Pile provokasyonunu ve Türkiye’nin BM Güvenlik Konseyi, AB ve tümüyle Batı’yla yaşadığı çatışmaları izledik.
Rus kartının işe yaramayacağı, Rusya’nın Güvenlik Konseyi’ndeki pozisyonunu kullanarak Türkiye’ye karşı kullanabileceği sınırlı bir ‘havuç siyaseti’nin pek de işe yarayacak bir içeriğe sahip olamayacağı anlaşılmıştır.
Erdoğan’ın BM Genel Kurulu’nda KKTC’yi tanıyın çağrısı yapması, Kıbrıs’a ilişkin niyetini tam olarak açığa çıkarmamaktadır.
Bunun nedeni ise, bu tür bir açıklamanın artık Erdoğan tarafından rutin ve sıradan bir tutum haline getirilmiş olmasıdır.
Erdoğan’ın bu tür açıklamalarda bulunması Türkiye’yi yönetenler açısından, aşağıdakiler de dahil olmak üzere bazı faydalar sağlamaktadır:
1. Türkiye’nin Kıbrıs’a ilişkin birincil siyasetine körü körüne ve maliyet hesabı yapmadan bağlı kalmaya devam edenler ya da ‘iki devlet siyasetinden artık geri dönüş olamaz’ diyenler, bu yönde yeminli olanlar sakinleştirilmektedir. Ama bu sakinleştirme çabası geçici bir durumdur. Erdoğan başka bir hedefi işaret ettiği zaman sakinliklerini yitirecek olanlar ise Erdoğan’ı hiç ilgilendirmemektedir.
2. Türkiye, AB ile ilişkilerini yeniden düzenlemek istemektedir. Bu düzenleme sırasında, AB’nin Kıbrıs sorununda talepkar olacağını, Mısır’daki Sağır Sultan bile bilmektedir. İşte Erdoğan, Kıbrıs’ı AB ile yeni bir ilişki kurma surecinde AB’ye karşı bir pazarlık unsuru olarak görmektedir. Bunun öztürkçesi şudur: Türkiye, Kıbrıs sorununda AB’nin beklentilerine olumlu yanıt vermek için, kendi beklentilerinin de AB tarafından karşılanmasını talep etmeye hazırlanmaktadır. Bu beklentiler pazarlığın gidişatına göre belirlenecektir. Her halükarda, Erdoğan Kıbrıs’ı pahalı bir parça olarak değerlendirmek isteyecektir. Erdoğan, Kıbrıs sorunu çözüm yoluna girmeden AB’ye dönük beklentilerine yanıt verilmeyeceğini bilecek siyasi tecrübeye sahiptir.
3. Türkiye, Kıbrıs sorununu AB’den ziyade Yunanistan’la pazarlık etmeyi, çeşitli nedenlerden ötürü tercih etmektedir. Yunanistan’ın ise bu yaklaşımı benimseme şansı hiç yoktur. Erdoğan bu durumun farkında değil midir? Bu nedenle 7 Aralık 2023 tarihinde yapılacak Selanik Zirvesi’nde, Erdoğan-Mitçotakis diyaloğunda, iki devleti ilgilendiren diğer konuların yanında, Kıbrıs sorununun da gündeme gelmesi oldukça mümkündür. Erdoğan, bu zirvede veya onu izleyen süreçlerde Kıbrıs sorununu Yunanistan’la konuşmaya devam etmek istemektedir.
Erdoğan’ın Kıbrıs’a ilişkin planını bu şekilde özetleyebiliriz.