8 Ağustos, Erenköy çarpışmalarının yıldönümüydü. Çarşamba, yani 6 Ağustos’da çıkacak yazımı Erenköy olayına ayırmaya karar vermiştim. Bu nedenle, öncesinde, bir daha karıştırdım bilgi dağarcığımı. Daha da ötesi, geçen yıllar içinde, özel merağım nedeniyle biriktirdiğim fotoğraflara da göz attım. Özellikle de, Rumlardan da Türklerden de bir şekilde elde ettiğim Erenköy çarpışmaları ile ilgili olanlara. Baktıkça tıkandım, boğuldum kaldım. Açıkçası yazamadım.
Erenköy Savaşı, yakın tarihimizin, acı gerçekleri bir yana, bir dönüm noktası kabul edilebilecek savaşlarından biriydi.
Erenköy’deki Öğrenci Mücahitler, kanlı bir savaş sonrasında –yapılan anlaşma gereğince- geriye Türkiye’ye götürülmüş, yaralananlardan bazıları da Lefkoşa’ya getirilmişti. Yaralanıp Lefkoşa’ya getirilen bu öğrenci Mücahitler daha sonra çeşitli birliklere dağıtılmıştı. Ama galiba özellikle de Köşklüçiftlik’teki birliklere. İşte o sıralarda ben de çiçeği burnunda gencecik bir gönüllü Mücahittim. Benim bulunduğum birliktekilerle yakınlaşmam o sıralarda olmuştu. Konu açıldıkça, yaşadıkları o dehşet dolu günleri yeniden yaşarcasına anlatırlar da anlatırlardı.
Aslında yaşananların, Türk cephesinde de Rum cephesinde de çok ama çok ilginç ‘bilinmeyenler’i olduğunu yıllar yıllar sonra öğrendim. Rum kuvvetlerinin, Makarios’un büyük muhalefetine rağmen saldırıya geçtiklerini; Yunanistan’ın bile saldırının gerçekleştirilmemesi için çaba gösterdiğini ve daha bir sürü şey... Bizim cephemizde olup bitenler ise, ya şişirilip şişirilip anlatılanlar ya da hep kulaktan dolmaydı. Anlatılanlara göre, Kıbrıs’daki çatışmaların yoğunlaşması üzerine Türkiye’de öğrenim gören öğrenciler kışkırtılarak ayaklanmış TC Hükümetine ‘askeri müdahale’ baskısı yapmaya başlamışlardı. Böyle bir niyeti –belki de hazırlığı- olmayan İnönü Hükümeti de –kimin parlak fikri olduğu pek net değil- öğrencileri Kıbrıs’a ve de en uygun yer olan Dillirga’ya gizlice çıkarma kararı almıştı. Çoğunluğu bu ateşli öğrencilerden oluşan gönüllüler, Ankara yakınlarında, kısa süreli askeri eğitimden geçirilmiş, sonra da gizlice Dillirga’ya gönderilmişti.
Yıllar sonra sohbet ettiğim yaşlıca bir Erenköylü şöyle anlatmıştı o günleri:
“Bir sabah ansızdan bir dedigodu yayıldı köyde. Gece silahlı birileri çıkmış denizden. Silah geliyordu da insan gelmemişti. Sadece dedigodu sandık önce. Sonra gerçek olduğunu anladık. Asger zanneddik. Sonra öğrendik gelenlerin bizim çocuklar olduğunu. Herhalde asger da gelecek diye bekledig ama yanıldık. Hepsi gencecik talebelerdi. Gavehanede gonuşurkan ‘Aha şimdi b....u yedik’ dedim ben. Bazıları çok gızdılardı bana. Sonra, denizden her gece gelmeler devam etti. Gittikçe çoğaldılar. Hep talebeler. Rum çok sinirlendi tabii. Sonra da topuyla tüfeğiyle, tankıyla saldırdı. Biz da perişan olduk, o zavallı talebeler da....”
Ellerinden geleni her şeyi yaptılar Öğrenci Mücahitler. Çılgıncasına savaştılar, yaralandılar, şehit oldular. Hangi akla hizmeten hiç bilmeden, anlamadan. Direndiler ama direnebildikleri kadar. Çekile çekile küçücük bir bölgede sıkışıp kaldılar sonunda. Büyük bir facia hızla yaklaşırken müdahale etti Türk savaş uçakları. Bu sefer Rum cephesinde bir facia yaşandı doğal olarak. Ölenler, yaralananlar, kömür gibi yananlar derken nihayet durduruldu savaş. Ve sonunda, yapılan anlaşma ile, Öğrenci Mücahitler boyunları bükük, perişan, silahsız ve hatta yoklanarak gemilere doldurulup döndüler Türkiye’ye.
Dahası da var anlatılanlara göre. Var da bu kadarla kalsın şimdilik.
Ama şunu da açıkça söylemem gerek: Başkalarını bilmem ama Erenköy Savaşı benim için, ‘nutuklardan’, ‘törenlerden’ öteye bir şey.