Fevzi Kasap
fevzi.kasap@neu.edu.tr
Tüm Erenköy gazi ve şehitlerine saygıyla…
Kemal Altınkaya adını, İzmir’de yükseköğrenime başladığım yıllarda duymaya başlamıştım. Eğitim aldığım Güzel Sanatlar Fakültesi, İzmir Alsancak’ta Tren İstasyonu’nun yakınlardaydı. İzmir’de faaliyet gösteren Kıbrıs Türk Kültür Derneği İzmir Şubesi, fakülteme çok yakın olduğu için sık sık uğrar memleket hasreti giderir, oradakilerle zaman geçirirdim. Dernekteki her uzlaşmazlıkta, yönetimdeki her sorunda çözüm odağı olarak, Reis diye birinin adı geçerdi. Reis’e danışalım, o olsa böyle davranırdı, o olsa bu işi böyle çözerdi diye yakınmaları hep duyardım. Ta o günlerden bu itibar gören, sözüne ve kararlarına güvenilen, sevgi ve saygı duyulan, uzlaşmacı bu kişinin kim olduğunu merak ederdim.
Reis isminin kendisine öğrenci derneklerinde liderlik yapmasından ve dernek yönetiminde geçmişte uzun süreli başkanlıklarda bulunmasından dolayı yakıştırıldığını düşünürdüm. Yaş ilerleyip derneğe yönetime girdiğim sıralarda Reis ile ben de tanıştım. Babacan, sevgi dolu, koruyucu, adil, toparlayıcı bir adam çıktı karşıma: Kemal Altınkaya.
Meğer Kemal Abi’mizin Reis’liği öğrencilik yıllarına, hatta Erenköy’e kadar uzuyormuş. Yıllar sonra Kıbrıs’a dönüp de Erenköy ile ilgili bir belgesel (Ahde Vefa: Umut Yolu Erenköy Belgeseli; https://www.youtube.com/watch?v=AwtjBtNUG1E&t=15s) yapmaya karar verdiğimde; Kemal Altınkaya’nın bu toplumun var olma mücadelesinde ateşi yakanlardan birisi olduğunu gördüm.
Kemal Abi ile konuşmamız sırasında araya sevgili eşi Ahter Abla giriyor; meğer Kemal Abi hâlâ silah sesi duyamıyormuş. Seksenli yaşlarda olmasına rağmen; düğün ve derneklerde kutlama amacıyla havaya sıkılan silahlar onun irkilmesine, gerilmesine neden oluyormuş.
En çok üzüldüğü olayların içerisinde ise; orda çocuğum dediği mücahitlerinin, şehit düştükleri yerlere, tepelere verdikleri isimlerin daha sonradan değiştirilmesidir. Ali Fevait, 18 yaşında gazetecilik 1. sınıf öğrencisi, onun adını bir tepeye verdik diyor. Fevait Tepesi’nin adını daha sonra Türk askeri değiştirmiş!
Tam da bu günlerde; Kıbrıs Türk Mücadele Tarihi ile ilgili, sapla samanın karıştığı bir süreçten geçiyoruz. Birilerinin; verilen bu acılı, sancılı, özverili mücadeleyi farklı amaçlara ve algılara hizmetle yorumlamaya kalkması toplumumuzun her kesiminde tepkilere neden olmuştur.
Ben de gerçekleri, yaşayan ağızlardan dinlemek ve tarih yazanların dudaklarından işitmek için Kemal Altınkaya ile görüşmeye ve Erenköy’de yaşananları onun aktarımı ile sizlere ulaştırmaya karar verdim.
Kemal Altınkaya (Kaya Reis) ile Söyleşi
F.K.: Kemal Ağabey Kıbrıs’ta gerginliğin başladığı yıllarda Türkiye’de bulunun yükseköğrenim gençliğinin durumu nasıldı? Tepkileri nasıl oldu ve orda nasıl bir atmosfer vardı?
K.A.: Bir kere Kıbrıs'ta Cumhuriyet’in yıkılması ile birlikte 21 Aralık 1963 gece yarısında olaylar başlar. O devirlerde Türkiye'de beş tane üniversite vardır. Bunların iki tanesi İstanbul'da İTÜ ve İstanbul Üniversitesi, iki tanesi ise Ankara'da, Ankara Üniversitesi ve Orta Doğu [Teknik] Üniversitesi. İzmir’de de 1956 kurulan Ege Üniversitesi eğitim veriyordu.
Bahsettiğim dönemde Türkiye üniversitelerinde 1000’e yakın Kıbrıslı öğrencimiz var. Bunların 250’si kız öğrencilerimiz, 750’si da erkek öğrencilerimiz. O günün koşullarında rakamlar böyleydi. Kıbrıs’ta olaylar patladığı andan itibaren haberlerde büyük çalkalanmalar başladı. Dünyanın dört bir tarafından gelen haberlerde Kıbrıs’ın altından üstüne, üstünden altına gittiği haberleri geldi.
Bu 1000 Kıbrıslı öğrenci, ailelerinin telaşına düştürler. Nedir, ne değildir diye. Fakat o devirde mektuplaşmanın dışında görüşme mümkün değildi. Özellikle Ankara'da dış ülkelerle bir telefon görüşmesi yapmak istersek merkez postaneye gidilir, orada sıraya girilir ve bir gün sonra sana randevu verilir ancak görüşebilirdin. Hâlbuki sıcak, o kadar sıcak ve o kadar hızlı hareket ediyordu ki Kıbrıs’ta olaylar... Herkes büyük bir telaş içerisine düştü, ne yapacaklarını şaşırdılar.
İstanbul’dakiler ilk hareket etti. Bir baktık ki bir gün, üç dört otobüs geldi. Ankara, A Sokak 21 numarada Kıbrıs öğrenci yurdunun önünde park ettiler. Ergün Vehbi başlarında, öğrenci lideri olarak... Telaşlandılar. Düşündükleri şu; inecekler aşağıya Mersin’e, Antalya’ya ve oralardan da Kıbrıs’a geçecekler.
Ankaralılar onlara katılmadı. O sıralarsa öğrencilerin dernek kurmaları yasak olduğu için bizler de 1961’de Kıbrıs Türk Kültür Derneğinin gençlik kolunu oluşturmuştuk. Birinci devresinde yönetim kurulunda görev aldım, ikinci senesinde ise başkanıydım ve 1963 senesinde de bu başkanlığı Ahmet Teralı’ya devretmiştim. Tam bunun içerisindeyiz Ankara’da... Bu süreçte Kıbrıs Türk Kültür Derneğinin yaptığı bir organizasyon vardı. Kıbrıs’a yardımlarda bulunmak için biz Ankara’daki öğrenciler de o faaliyetlerin içerisine girdik. Ankara’da en küçük, en fakir evlere kadar gittik; oralardan Kıbrıs’a yardımlarda bulunmalarını istedik. İnsanlar o kadar candan, o kadar gönülden davranıyorlardı ki ceplerinde parası olmayanlar bile cebinden 1 lirasını çıkarıp veriyordu. Böyle bir hareket oluştu.
İstanbul’dakiler Antalya’ya kadar indiler. Orada silah pazarlayan bir dükkânın camını kırıp içeriden silahlar aldılar ve Antalya’nın limanında bir balıkçı gemisine girdiler. Ama hiç kimse farkında değildi; otobüs şoförleri ve de yardımcıları hepsi sivil polisti. Sonuçta onları da kontrol altına aldılar ve geri yerlerine gittiler. Kimimiz orada, kimimiz burada… Ama Ankara’da ve İstanbul’da hep bir araya gelip bu konuları konuşuyorduk; ne yapacağız ne edeceğiz...
Daha sonra dayanamadık ve Kıbrıs’a gitmeye başladık. Daha doğrusu akmaya başladık. Birçoğumuz o günlerde Kıbrıs’a indik, Lefkoşa uçak alanına... Fakat Lefkoşa’nın uçak alanından Lefkoşa’ya ancak İngiliz (o zamanlar BM askerleri daha gelmediği için) askerlerinin eşliğinde gelirdik. Oradan bizi alıp Saray Otel’e götürürlerdi. Otelde, halıların üstünde ve otelin çeşitli katlarında hepimizi yatırırlar daha sonra da Baf’a, Mağusa’ya, Limasol’a göndermek için ne zaman otobüs ayarlanırsa evlerimize gönderilirdik.
F.K.: Kıbrıs’a döndüğünüzde ortam nasıldı, neler yapmaya başladınız?
K.A.: Bu süreçte ben de Mağusa’ya geldim. Sonuçta her yer bu olaylardan sonra kapanmıştı. Mağusa’da 60- 65 civarında İngiliz işletmelerinde çalışan kişi vardı. Onları toplamışlar, hepsi kayıp… Başkalarını yollarda toplamışlar, onlar da kayıp... Dünya kadar kayıp insan var. Herkes kenetlenmiş, çekilmiş içerilere ve geceleri herkes evlerin bahçelerinde, pencerelerinde nöbet tutamaya başlamış. Gelir gelmez olayların içine girdik ve Mağusa’da Canbulat Radyosu’nu kurduk. Bugün Çetin Ruhi’nin oturduğu sarı taştan yapılmış ev Mağusa’nın içerisinde radyonun merkeziydi. Mağusalılar her şeyi buradan yönlendiriyordu. Radyoda yayınları yaparken hem haberleşmeyi sağlıyorlar hem de radyo vazifesini görüyorlardı. Radyoda; haberler, şiirler, tiyatrolar yapıp halka moral vermeye çalışırdık. O devirde yaklaşık 3-4 ay kadar bir zamanı Mağusa’da geçirdim. Sonra baktım ki; ne ilerleyen bir şey var, ne gerileyen. Kilitlenmiş kapanmış, kemikleşmiş bir durum. İnsanlarımız dairelere gitmiyorlar, işlerine gitmiyorlar, çekilmişler işlerinden.
İngiliz üslerinde çalışanlar gidemiyorlar, limanda çalışanlar bir âlem… Böylesine sahipsiz ve belirsiz bir dönem yaşandı. Baktım olacak gibi değil, dedim ki gideyim bari hiç olmazsa üniversiteye bıraktığım yerden devam edip bitireyim. Ben 5 yıllık bölüme girmiştim. Ankara Fen Fakültesinin Yüksek Kimya Mühendisliği Bölümünde okuyordum. Elimde para yok, pul yok. Yazın sahneye tiyatro koyup oynar, oradan biraz gelir elde ederek tekrar dönerdim.
F.K.: Türkiye’ye dönünce neler yaşadınız?
K.A.: Ankara’ya dönünce bir baktım Ankara’da muazzam bir değişiklik var, bir hareketlilik var. Çocuklar, durmadan eğitime gönderiliyorlar. Öğrendim nedir, ne değildir. Bizim Kıbrıs Türk Kültür Derneği ve Kıbrıs Büyükelçisi olan Mehmet Ertuğruloğlu (Türkiye bürokrasisi içerisinde dev bir adam. Cumhuriyet kurulduğunda 1960 yılında 3 başkentin büyükelçiliği Kıbrıslı Türklere verilmişti. 10 ülkede büyükelçiliklerin 7’sini Rumlar almıştı.) çalışmalara başlamıştı. Kıbrıs Türk Kültür Dernekleri ta 1955’lerde; İstanbul Şubesi ile Merkez Ankara ve Antalya, Mersin, İzmir şubeleriyle Türkiye’de Kıbrıs davasını alıp götüren önemli kurumlardı.
Değişik eylemler ve başkaldırılar sonrası Türkiye bizi Kıbrıs’a göndermeyi kabul etti. Ellişer gruplar olarak Zir Kampı’nda 15 gün eğitim aldıktan sonra Ada’ya gönderilmeye başladık. Başımızda Kıbrıs kökenli bir jandarma yarbay vardı.
Buraya gidenler bir kere ölümüne gitmişler, buraya gidenler ateş parçası, buraya gidenler her biri kendini dev zannediyor. 007 James Bond gibi, öylesine dolmuş öylesine bilenmişiz ki… Ama tabii sonradan mermiler patladı, o anlar da var savaşta. Savaşın başladığı andan itibaren uyum sağlayabilmek için asgari bir süreye ihtiyaç vardır. 10 dakika, 15 dakika savaşın şiddetine göre ilk sersemliği geçirdikten sonra kükrersin ve hiçbir zaman mermiler seni bulmaz. Ölmen mümkün değil. Ha korkanlar da korkar. Korkacaklar çünkü bu insanlığın doğasında var. Ama bunlar çok azdı, net söyleyebilirim ki bunlar çok azdı. Ölümüne bir savaş verdik orada.
F.K.: Eğitim görüp Ada’ya çıktıktan sonra işler nasıl ilerledi peki?
K.A.: Orada bir yarbay vardı ancak bölük pörçük haberleşmeler güzel olmuyordu, her tarafta serpilmiş gibiydik. Manga komutanları olarak bir yerde toplantı yaptık ve karar verdik. Olmaz dedik, bu iş böyle gitmez. Tam o sıralarda bizi eğiten binbaşılardan bir tanesi son gelen grubun içerisindeydi. Ona teklif ettik ama kabul edebilir miydi bir subay bunu? Mümkün değil. Onlar daima talimatları uygularlar. Ama bizleri dinledi ve değerlendirdi. Zaten durumu görmek için gelmişti. Bölgede nedir, ne değildir, nasıl durumdayız diye gelmişlerdi. Ama biz manga komutanları karar vermiştik ve o yarbayı göndermek istedik. Bu nedenle de imza topladık. O listenin içinde çocuklarımın ve benim de imzam var. Bir belge hazırladık ve o belgede her şey yarbaya anlatıldı. Bu durumu izah için görevlendirilen arkadaşlarımız gayet güzel anlattılar. O da makul karşıladı ve bir balıkçı motoru ile kendisini Anadolu’ya gönderdik. Gerekçelerimiz gayet mantıklıydı. Yönetemiyordu bizi. Nasıl savaşacağız, mevzi mi kazacağız, ne yapacağız, nasıl davranacağız… Yirmi dört saatin içinde şu oldu, bu oldu, nasıl yapacağız, nasıl haberleşeceğiz, tüm sorulara cevap verebilecek biri lazımdı bize…
F.K.: İlerleyen günlerde komuta kademesi değiştirildi mi?
K.A.: Orada manga komutanları, bir de köylünün organize mücahitleri vardı. Yarbay gönderildi, kabul etti ve gitti. Onun yerine TMT’nin kurucularından olan ve 1960 ihtilalinden sonra bozkurtluktan alınan Rıza Vuruşkan’a teklif götürdüler. O, tenzili rütbe olmasına rağmen sızlanmadan ve davanın sahibi olan bilgili biri olarak geldi. 1 Ağustos 1964 sabahına karşı Erenköy’e çıktılar. Rıza Vuruşkan, Rauf Denktaş, Ömer Sami Coşar ve çocukların hemen hemen hepsinin öğretmeni de olmuş bir arkadaşımız geldi. Kıbrıs kökenli olan Ahmet Savalaş da o ara Türk ordusunda eğitimdeydi ve 1 Ağustos’ta Rıza Vuruşkan ile ekibin içinde geldi. Rıza Vuruşkan gelir gelmez 24 saat hiç durmadan dört bir tarafla konuştu; gezdi, dolaştı ve bizi yeni bir organizasyona tabi tuttu. Manga, takım, bölük... Erenköy, Mansura, Alevkaya, Selçuklu hepsinin organizasyonlarını ve hiyerarşik yapılarını yeni baştan oluşturdu.
Rıza Vuruşkan büyük komutan… Rıza Vuruşkan için konuşmam lazım… Böylesine deli dolu bir orduyu, böylesine iyi yönetmiş, her bir şeyi, yapmış. Ve dediğim gibi, 5 günün içerisinde bizi yepyeni, bambaşka bir hâle soktu. 15 gün daha zaman verselerdi ona, bitmezdi bu savaş. Hele de Türkiye’den takviye edilip 2500 olabilseydik…
Her tarafa sahra telefonları çekildi. Artık en uç noktalarda da telefonlarımız vardı. Tepelerde, köylerde merkezî komutanların bulunduğu yerlerde hepsi birbirine bağlı ve telefonlardan bir tanesine konuştuğunuz zaman herkesin birbirini dinleyebildiği böylesine bir haberleşme sistemi kuruldu.
Daha önce ne yaşa bakılmıştı ne de deneyime… Ama gönderdiğimiz komutan, eksilen bir manganın komutanının yerine arkadaşların da tavsiyesi ile beni görevlendirdiği için manga komutanı olmuştum. Rıza Vuruşkan’ın organizasyonunda ise takım komutanı oldum. Bozdağ’da 3 takımdık. Bir takımın komutanlığını ben yapıyordum. Diğer takımın komutanlığını Metin Çatan ve 3. takımın komutanlığını da Hüseyin Diner yapıyordu. Ben vadiyi tutuyordum, bir sırt dağları da Metin Çatan’ın takımı tutuyordu. Deniz kenarını da Mali Tepesi’ni Mansura tutuyor. Karşısındaki tepede de Bozvili Rum köyü var. Vadi ile biz giriyorduk Mansura’ya ve ilk 3 saatin içerisinde Mali Tepesi’ni kaybettik. Orası dışında Rumlar 24 saatlik savaşın içerisinde bizden bir tek yer alamadılar. Biz çekildik. Gecenin gece yarısı Bozdağ’ın (vadinin) yetkisi bende olduğu için kontrolünü aldım Mansura’ya kadar. Tepelerden gece yarısına kadar bütün silahlarımız indi. Çocuklar indi. Ama onlardan evvel köylüleri, çocukları ve analarını hepsini Birleşmiş Milletler’e verdik. Biz de yürüyüş kolunda, avcı kolunda yavaş yavaş indik.
Polis kumandanı Kara Kemal da Erenköy’deydi o zamanlar. Ameliyattan sonra ilk grup veyahut ikinci grupla çıkmıştı o da. Mansura’da BM askerleri ile beraber bizim çekilişimizi bekliyordu. Ben 99 tane adam saydım ve Kemal Bey’e dedim ki; tamamdır bitti. Bozdağ’ın içerisinde bıraktığımız son panzer için İsveçliler ile anlaştık. Biz hareket etmedikçe hareket etmeyecek ve farları fora yanacak. Bozdağ’ı vadinin içerisinde bütün Rum tepeleri görecek. Oradan fora yanar. Biz ordayız ve bunu tamamladıktan sonra Kemal Bey’e dedim ki; tamamdır çekilme bitti, bildirebilirsin ve son panzer çoluk çocuk beraber ayrıldı oradan. Mansura, bizden evvel zaten terk etmişti orayı. İki saat kadar Mansura’da bir nefeslendik. Gece oldu; saat 2 buçuk, 3. Mali Tepesi’nden bize cayır cayır yağıyor mermiler. 300 tane Rum komando çıkartılmış oraya. Bu tepede de Rumların kahraman köyü var. Savaştan az önce Makarios, helikopter ile geldi, Mosvilli’ye indi. Onlara destek verecek. Makarios önümüzde duruyordu. Vuralım mı dedik, vuralım mı bu efendiyi, vurmayalım mı dedik? Önümüzde onlara şevk verdi tabi. Onlara takviye moral verdi. Hakikaten Rumların en kahraman köyleri olarak ilan edilmiştir bu köy. Edilmedi ise de ben ilan ediyorum. Ama biz yarbayın zamanında daha ilk günlerde Mosvilli’yi işgal etmeye kalkmıştık bir mangayla. Arkalarında bir A4 üstlerinden Mosvilli’ye doğru ateş açıyor onlar da altından yürüyorlardı. Köy ha düştü düşecek, çarşafları sallamaya başlamışlar.
F.K.: Bu değişikliklerden sonra durum nasıl oldu, mücahit ne durumdaydı?
K.A.: Gerçek milliyetçilik ölmek değil, dava için hayatta kalmayı başarmaktır. Hepimiz kendisi için son bir mermi ayırmıştı…
Ben o sırada Selçuklu’da yüksek tepedeyim; o zaman oraya manga komutanı olarak tayin etti beni yarbay, gittim. Oradaki mangayı teslim aldım, bir hafta onlarla o dağın başındaydım. Çayı sabahleyin birlikte yaptık içtik, yastığımız taş, kocaman güzel bir taş bulduydum. Battaniye örtülü yatardım; sabahleyin çok güzel olurdu bilmem kaç rakım tepe orası… Ve biz orada bir şehit verdik! Mustafa Akdeniz, onu tanımak nasip olmadı bana ama onun adını (Bozdağ’da iki sıra hâlindeydi dağlar) buraya verdik. Bu sıra dağa Akdeniz Tepesi olarak adını koyduk. 81’lik havanla Mali düştüğünde dövdürttüm Mosvilli’yi. Diğer sırtlarda da 6 tane 60’lık havanım vardı, onlara da talimat verdim. Mali’nin üstüne ne kadar sağlam merminiz varsa boşaltın, dedim. Biz aslında çok az şehit verdik, çok az şehit verdik. Çünkü biz şehit olmanın değil, şehit olmamanın gerçek vatanseverlik olduğuna inandık. Üniversiteliler bunu böyle bilir. Ölmek için değil, ölmemek için gittik biz oraya. Ve herkes kendi inisiyatifini kullandı, güzel kararlar verdik. O kadar inanç içinde yaptık ki bu savaşı, mermiler üstümüze gelmezdi.
İnanmış adamlar, savaşlarda ölmezler ve bizler inanmıştık ve ölümüne gitmiştik oraya… Ancak orada öğrendik; ölmek değil ölmemektir milliyetçiliktir ve artık herkes kendine son bir mermi ayırmıştı kendisi için. Gelmedi de gelmedi, gelmedi de gelmedi uçaklar... Bütün köyleri boşalttık. Kayıp vermeden ben Bozdağ’ı tamamen boşalttım. Eğer Rıza Vuruşkan’a 5 gün değil de 15 gün verilmiş olsaydı, her şey farklı olabilirdi. 1 Ağustos’ta geldi ve 5 Ağustos’ta savaş başladı fiilen. 7 Ağustos’ta kıyamet koptu. 8, 9, 10 Ağustos… Ve nihayet 10’unda ateşkes ilan edildi. 5 gün değil, 15 gün verselerdi Rıza Vuruşkan’a, bu savaş başka türlü olurdu.
F.K.: Uçaklar ne zaman gelmeye başlamıştı, neler değişti sonrasında?
K.A.: Türk savaş uçakları ilk kez Erenköy semalarında… Denktaş Bey şans eseri hayatta kaldı…
Büyük beklemelerden sonra, filolar hâlinde Türk Hava Kuvvetleri fiilen savaşa katılmak üzere adaya geldi. Dörtlü dörtlü filolar hâlinde; beşincileri var mıydı bilmiyorum ama dörtlü dörtlü filolar hâlinde olduklarını hatırlıyorum. Bir filo geliyor, bombardıman ediyor, o dönüyor arkadan ikinci filo geliyor bombardıman ediyor. O bitiriyor gidiyor, üçüncü grup geliyor bombardıman ediyor. Bu bombardımana iki gün devam ettiler. İkinci gün Türk filolarının geliş gidişleri arasında, Lefkoşa yönünden gelen ve Erenköy’ün içine dalan iki Rum uçağı gördük. Daldılar ve camiyi vurdular. Caminin önünde bizim küçük bir cep cephaneliğimiz vardı. Onu vurdular. Ne varsa (hayvan vb.) vurup gittiler. Karşıdaki Rum köyünün içinden dönüp bir dalış daha yaptılar. Fakat denize doğru kaydılar; bir tanesinin mermileri tamamen denize döküldü. Diğeri asfaltın üstünden geçti adeta. İlk gidişiyle son dönüşü arasında, bir çocuğumuzla Denktaş Bey, telsizin olduğu yere yakın asfaltın üstünde sağlı sollu yan yana duruyorlardı. Birinci geçişten sonra yer değiştirdiler. İkinci geçişte Denktaş kurtulan taraf oldu, vurulan çocuk şehit oldu. Bu bombardımanda aşağı yukarı ne kadar araba varsa, bir de eşek dâhil olmak üzere darmadağın oldu. Bu filo kaçarken karşıdan yeni filo geldi ve yeni filonun iki uçağı bunların arkasına takıldı ve gökyüzünde kayboldular. O gün bugündür, bu iki Rum uçağının Erenköy’e nasıl geldiği merak konusudur. Rivayet ederler ki; geri döndüğümüzde İnönü’yü ziyaret eden arkadaşlarımıza İnönü sormuş; arada gelen uçak var mıydı diye. Çünkü duyduklarımıza göre, o zamanın Yunanistan’daki politikacıları İnönü’den ricada bulunmuşlar. Durumumuz çok kötü oldu, lütfen müsaade edin bir gelsinler gitsinler falan diye. Ve İnönü’nün müsaade ettiğini rivayet ederler.
Evet, 2 tane Rum uçağı geldi ve bizim üstümüzden geçti. Rüzgarlı Tepe’deyim ben. Rüzgarlı Tepe’den Erenköy’e doğru indi, gitti karşı Rum köyünden döndü ve tekrar geldi. Bizler inerken Metin Çatan gördü ve dedi ki bunlar Rum uçağıdır. Tam zirvedeydik biz ve görüyoruz bunları. Ama bizi nasıl taradı anlatmak zor. Türk uçakları geldikten sonra hepimizin silahlar havada, eller kollar havada coşkudan uçuyoruz. İkinci gün bu bahsettiğim iki Rum uçak geldi. Dörtlü gelen Türk filonun iki uçağı, bunları önlerine kattı ve kuzeye doğru gittiler. Ne oldu, ne kaldı bilmiyorum. Düşürdüler mi, bıraktılar mı? İki tane uçak Lefkoşa’dan kalktı ve üstümüzden geçti, birkaç şehit verdik o yüzden. Tabii 10 Ağustos’a geldiğimizde artık ateşkes oldu. Ateşkesten sonra da bizim uçaklarımız bir hafta boyunca her gün gelip uçmaya devam ettiler. Alçaktan uçarak, bize göz kırparak, denizin üstünden geçip giderlerdi. Lakin biz öyle bir noktaya geldik ki, aman diyorduk ne bizim uçaklar gelsin, ne onların uçakları. Çünkü uçak öylesine cehennem yaratan bir savaş silahı ki, anlatılması mümkün değil... Uçaklardan kaçmak mümkün değil, tependen gelir seni vurur.
F.K.: Bu uzun süre boyunca koşullarınız nasıldı? Orda zaman nasıl geçiyordu?
K.A.: İki kış mevsimini Erenköy’de geçirdik. Hiçbir şeyimiz yeterli değildi… Yatağımız süpürge çalısı, yastığımız taştı…
O gün bugündür şunu söylemem lazım… Aşağı yukarı 10 Ağustos’tan 1966’nın şubatına kadar 2 tane kış geçirdik orada. Felaket bir kış. Yağmurun içinde, çamurun içerisinde 24 saat nöbet tutarak… Giyecek ne paltomuz ne mantomuz var. Benim bölüğe 8 palto göndermişler, 10 adam nöbete çıkıyor. Bunlar meşin değil, muşamba değil. İki saatte bir nöbetçiler değişiyor beş noktada. İkişerden on adam giriyor, on adam çıkıyor. O paltoları nöbetten çıkan ve girenlere veriyor. Artık yağmura gerek yok, paltoları giyenler ıslanıyor. Biz o günlerde geceleyin baskına uğramayalım ve pusuya düşmeyelim diye kendi içimizde (4. bölükte özellikle) gündüzleri uyumayı, geceleri ayakta kalmayı kararlaştırdık. Bir dağı yırtarak büyük bir çadırı dayadık dağın üstüne ve içine bir mangal yaptık. Büyük bir bakır tencere üstünde çatır çatır çaylar kaynıyor. Kütükler, odunlar kuzucukların postlarından minderler… Nöbete giden çayı içer, nöbetten dönen çayı içer. Yüksel Kanat çaycı... Tavşankanı, tavşankanı diye çatır çatır çaylarımızı içerdik ve iyi ki öyle yapmışız, iyi ki öyle yapmışız. Erenköy’ün kışı çok sert, çok acayip bir kış. Çok yağmurlu, çok fırtınalı, öyle fırtınalar esiyor, mahrubi çadırları üstümüzden uçup gidiyor. Çadırların içerisinde 10 mücahit yatıyor. Silah ile, el bombalarıyla, mermileriyle… Nöbete giden gidiyor, içeride kalanlar kalıyor. Oradaki toprak da çok acayip bir toprak, suyu çekiyor ve sanki süngere dönüyor. Ama biz ne yaptık? Sustalı yataklar yaptık; şehir süpürgecilerinin kullandığı çalıları söktük söktük ve çadırların altına koyduk. Üstlerine de karton torba atarak sekiz sustalı karyola gibi yerler hazırladık. Alttan giren sulardan da kurtuluyoruz; ama kocaman kayalar olmasına rağmen kazıkların üstünde, o rüzgârlar yine bunları uçurmaya devam ediyor. Uçurturlar kaldırırlar, uçurturlar kaldırırlar… Selçuk Saltuk ikinci bölükte en nihayet bir gün ben artık altından kalkmıyorum dedi; çadırın altında kaldı yani... Yağmur, rüzgâr… Bizi deli etti orada.
F.K.: Erenköy’ün önemi nedir sizce?
K.A.: Bu bir destandır. Bu büyük bir destandır. 500 üniversiteli genç, tek yürek. Dünyanın başka ülkesinde yok bu…
Mücahit, Anadolu’ya doğru bakıyor ve diyor ki, bu dağların ötesinde rakı var. Anadolu’nun Torosları berrak günlerde görülüyor. Ve burnunda tüter herkesin Anadolu. Gün geçtikçe sıkıntılar çoğalıyor; bitmek tükenmek bilmeyen bir monotonluk… Hâlbuki canavar gibi, pırıl pırıl, içleri fışkır fışkır kaynayan kanları ile bu gençlik bu monotonluğa uyamıyor. Bilmem kimin İkinci Dünya Savaşı’ndaki Alman cephesini anlatan “Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok” kitabı nerden düştüyse düştü oralara. Elden ele, okumayan kalmadı. Aynen 2. Dünya Savaşı’nda 17-18 yaşındaki Almancıkların savaştaki yaşantılarını okuyarak aynı şeyleri yaşadığımızı gördük. Fakat burada şunu bir kere daha belirtmek isterim ki, dünyanın hiçbir yerinde hiçbir milletin böylesine bizim gibi vatanı için 500 tane üniversite öğrencisinin, okulunu, istikbalini her şeyini geride bırakarak vatanı için gelip savaştığı başka bir örnek yoktur. Bu, bir destandır. Bu, büyük bir destandır.
F.K.: Çok uzun bir süre orda kaldınız, mücahidin psikolojisi, morali nasıldı acaba?
K.A.: Belirsizlikler, tutarsız vaatler mücahidin psikolojisini bozmaya başladı. Anadolu’dan gelen dalgalar, enayiler, enayiler diyordu…
Zamanın uzunluğundan dolayı bu fıkır fıkır kanları kaynayan insanların, tahammülleri kalmadı. Sinirler gevşedi, yumuşadı. Depresyonlar başladı. Lefkoşa’dan doktorlar zaman zaman geldiler gittiler. Psikologlar da geldi gitti ve elden geldiğince onlara yardımcı olunmaya çalışıldı. Fakat zaman o kadar ters, o kadar sıkıntılı ki… Amerikalılar der ki savaşa yanında çayla beraber yürü, yani geri hizmet çalışacak ve bütün eksiklikler tamamlanacak. Bizde öyle bir şey yoktu. Dağların başında terk edilmişiz, sözler veriliyor, hedefler gösteriliyor, günü geliyor hedef yok.
Yeni hedefler gösteriliyor, çalışıyoruz diyorlar ki yaz imtihanına hazırlanın. Sene 1965, bütün dağlara tırnaklarımızla boy hendekleri döşedik. Kazmaların burunları aşındı, saplara dayanmıyor, gündüz kazamıyoruz, gece kazıyoruz… Kazanlar diyor ki komutana bildirin bize daha yemek versin, diğer arkadaşlara gerek yok, biz kazarız. Takviyeler geliyor, yemek takviyeleri, o çocuklar devam ediyorlar kazmaya… Kilometrelerce boy hendekleri kazılıyor. Gün geliyor boş çıkıyor, hiçbir şey yok, hedefler sıfır, verilen hedeflerin hepsi boş çıkıyor. Ve bu otomatik olarak milletin moralini bozuyor.
Ama şakanın, esprinin beşi beş para bizde… Kabuğuna çekilmiş mücahit denizi dinliyordu. Anadolu’dan gelen dalgalar, enayiler enayiler diyordu. Bunların yanında şiirler, tekerlemeler, maniler, her şey var.
Hüseyin diye bir kalecimiz var, az ileride, yani İngiliz’in Amerikalının Virginiası (tütün) var dedik, bizim de Dillircinyamız var (Dillirga’da komutanın izni ile yetiştirdikleri tütüne verilen isim -FK). Monte Carlo’nun gazinoları var, e bizim de Dillirakargomuz var (Erenköy’de zaman geçirmek için askerlerin kurduğu, oyun oynadıkları çadır -FK). Olmaz mı, en büyük oyuncularımızdan bir tanesi başbakanımız İrsen Küçük. Bize beşer lira veriliyordu. Ne yapacaksın beşer lirayı, alacak hiçbir şey yok. E işte oyun oynuyoruz, bunlar da güzel şeyler yani moral meselesidir bunların hepsi. Bu bir hayat, hayat bu.
Rumlarla gece maniler, atışmalar var. Atışma yapıyoruz karşılıklı, onların istediği gibi. Bir kunduracımız vardı Erenköy’de, eskici ama muazzam dörtlük düzerdi. Yanına inip ondan dörtlükleri kayda alıp, sonra tepede, her gece atışma. Rum askerlerle geceleri karşılıklı atışmalar... Şarkılar; kimden istersiniz be! Zeki Müren’den olsun şeklinde dalaşmalar.
“Ne yediniz siz akşam”, karşıdan cevap geliyor “barbunya balık yedik”, “biz de barbunya yedik, fasulye”. Savaşın ötesinde, yani ateşkesin sonrasında tabii takviye gelen askerî yiyecekler vardı, konserveler vardı. İki cins konserve vardı; bir tanesi yaprak sarma, bir tanesi barbunya, bir tanesini yediğin zaman yeşil dışkı çıkartırsın, bir tanesini yediğin zaman sesli ve güzel kokulu bir gaz atıyorsun. Bunların hepsi birer espri. Ama lezzetle zevkle yiyorduk, yapacak başka bir şey yok.
Gün geldi tuzumuz bitti, tuz yok, ondan sonra her taraf çalı çırpı yazın ortasında yürürüz bilmem neyle, bir yerimiz çiziliyor ikinci gün büyüyor, üçüncü gün çıban oluyor oralarımız buralarımız. Ulan al takke ver külah, hadi gittik denizin kenarından tuz toplamaya başladık. Burhan Nalbantoğlu karar verdi, bundan sonra yemekler deniz suyu ile pişecek. Erenköy’ün içinden oranın aşçısı, kovaları aldılar gittiler denizden su alıp gelecekler, bir baktılar ilerdeki köşede mücahidin biri büyük dışkısını yapıyor, Allah dediler olmaz. Hadi sandalı getirin, bindiler açığa gittiler açıktan temiz su aldılar denizden getirdiler. Ama gel gör ki deniz suyunun içinde zaten sodyum klorür yok, magnezyumu var, kalsiyumu var, cartı var curtu var her bir şeyi var. Bu sefer o tuzlar başka reaksiyonlar göstermeye başladı, Yani Türkçesini söyleyelim tutamaz olduk büyük abdestimizi. Bu sefer miadı geçmiş ilaçlar geldi bölüklere dağıtıldı.
Beyzade taş bebek gibi çocuk, bir numaralı yüzücü…
Beyzade benim çocuğum, abisi de benim arkadaşım. Beyzade bendeydi. Sonbahar, kurduk hamamı artık istemeyiz mücahitler denize gitsinler. İneceğiz altışar altışar hamama. Beş tane bölük var aşağıda; karargâh bölüğü var, bilmem ne var… Sırayla hepsi hamama inecekler… S1 S2 S3 S4 S5 hepsi. Beyzade, taş bebek, bir numaralı yüzücü, onun en iyi arkadaşı Mehmet Albayrak. Mehmet Albayrak kitabında anlatıyor. Ama onun da bilmedikleri var. Benim reisleri… Dördüncü bölük komutanı benim ve o bendedir. O gün Alpay Durduran, Yüksel Kanat, ben ve bizim dördüncü bölüğün Erkan’ı iniyoruz hamama… Beyzade ise baktım öksürerek yaklaşıyor. Dedim iyi misin? Ne oldu dedim? Hamama götüreceğim dedim gel. Gelmedi, denize gitti… Biz de aşağıya hamama gittik. Bir güzel yıkandık hamamda, çıktık yürüyerek ilk yardım odamızın önünden geçiyoruz. Allah bir kalabalık orda, bir kalabalık orada, ne oluyor, ne oluyor, ne bitiyor dedim. Çekilin dedim, girdim içeri. Orada, yatakta Beyzade; ne yaptın be allahsız? Gözlerinden yaşlar aktı, hiç konuşamıyor. Ne yaptın be dedim, be ne yaptın? Ben götüremedim kendini hamama, dinlemedi beni, Allah kahretsin… Gitti… En iyi dalıcı olmasına rağmen daldı! Ama deniz böyle kum dolmuş herhâlde, orada daldığı yerde vurdu, boynu kırıldı. Ondan sonra, arkadaşları vardı orada. Onu güç bela çıkardılar, arabayla getirdiler Erenköy’e. Yirmi dört saat tuttuk kendisini Erenköy’de. Daha sonra helikopterle Lefkoşa’ya gönderdik. Ve Beyzade’yi böyle kaybettik!
F.K.: Kemal abi, bir mücahit olarak zamanını geçirmek için orada neler yapıyordun?
K.A.: GADEM, ESBAM gibi birçok gazete çıkarmaya başladık. Gitmek arzusuyla deliren enayi mücahit…
Gün geldi, ulan dedik bir gazete çıkartalım be; her bölükte aşağı yukarı gazeteler çıktı. Dördüncü bölükte biz iki gazete çıkardık. Bir gazete, bir A4 kadar... Adı da var gazetemizin, bir tanesinin adı GADEM: Topla ilk harflerini söylüyorum… Gitmek Arzusuyla Deliren Enayi Mücahit… Karikatürler var, makaleler var, siyasi makaleler var, her şey var... Rumların Kartal Tepe’de dev gibi bir projektörleri vardı. Bütün gece yanardı. Aşağıda da harman yeri var; futbol maçlarına başladık. Seneler bitmiyor, günler bitmiyor, yaz sezonunda her bölükten takımlar çıkıyor, futbol maçları yapıyoruz. Birleşmiş Milletler’in askerleri ile de, onların da takımı var. Onlarla da maçlar yapıyoruz. Karikatürün biri şöyle, projektör yukardan gösteriyor aşağıda gece maçları başladı. Baktım bizim GADEM gazetesinde, karikatür, projektör futboluyla gece maçları başladı gibi…
Diğeri HEMPA. Ama bu gazete daha millîciydi…
Başka bir gazete daha, ESPAM çıktı. Çok şeyler vardı içerisinde; başmakalesinden bilmem nesine kadar… Fakat gelin görün ki komutan bunların yayımlanmasını engelledi. Yani bunlar savaş demek, cephe demek, psikolojik zenginlik, psikolojik direnç demektir. Yani bunun sağlanması lazım, psikolojik direnci kuvvetlendirmediğin takdirde bütün cepheler çöker. Bizde de öyle oldu zaman içerisinde… Verilen tüm vaatlerin hepsi “gofti” çıktı. Onun için dediğim gibi dağları yardık yırttık, dağları yardık yıktık, bu hendekler yapılmaz oldu ama yaptık. Rum askerler en nihayet karşı taraftan bizim arkadaşlara diyorlar ki, “be Hasani, orda naparsınız be” demiş, “Dur be kazma…”, “Ulan bizim komutan da bize kazdırıyor öbür tarafta…”
Rum komutan görmüş, onlar da başlamışlar mevzi kazdırmaya. Efendime söyleyim, 1964 martından 1966 şubatına kadar böyle bir devre geçirdik. Depresyonlar bayağı ileri gitti, önünü alabildik mi alamadık, cepheyi bırakıyorum dediler indiler vadilere, ama hiçbir zaman silahlarını bırakmadılar. Pat dediği zaman gene herkes geri yerindeydi ama o vurdumduymazlığa karşılık orada yapılması gereken bir şeyler vardı.
F.K.: Zaman ilerledikçe boşluk sıkıntı yaratmaya başladı mı, hedefler belli miydi?
K.A.: Mücahidin morali bozuk, sinirler iyice gerilmiş… Zaman hep boşa işliyordu bizim için...
İşte bugün İstanbul’da bir üniversitede yeni bir tane rektör varmış başlarında beğenmedikleri… Direniyorlar, her yanlış şeye direnme gerekiyor. Orada da yanlışlara karşılık direnmeler oldu ve neticede de depresyon arkadaşlarımızda ilerlemeye başladı. Doktorluk okuyanlar vardı ve onlara haber verirdik. Aşağıdan gelip bir morfin basıp sedye ile alırlar, götürürlerdi aşağıya. En nihayet bir gün Allah rahmet eylesin İzzet Arap veterinerlikte okuyan, o da depresyona girdi. Dünyanın en güzel çocuğuydu Allah rahmet eylesin… En iyi silah ondaydı. Mosvilli’ye karşı aldı o silahı kurdu ve dördüncü, beşinci bölük arasında bir yere yerleşti. Burası dedi benimdir, kimse giremez dedi buraya. Al takke ver külah bir şeyler olacak belli… Haber verdik. Karayılan gibi yatıyor altında çalıların… Bastırdık kendisini. İlk yardım yapan arkadaşımız doldurdu şırıngayı bastı 2 cc yok, 3 cc yok, ulan ne oluyor dedi. 5 cc yok, Allah Allah dedi, 10 cc de ancak gitti. Yahu dedi diğerlerine 2 cc atıyordum gidiyorlardı. Yani bu derece depresyonlar yaşandı. Zamanın ve zeminin o yaramaz şartların yarattığı etkenlerle psikolojimiz düştü. Ama hiçbir zaman bir şeyleri ihmal etmedik. Evet, komutanın evine birisi şeyi çevirmiş, bir başkası elinde el bombası pimini çekmiş deniz kenarına gidiyor… Arkadaşını yolluyoruz, yere bastırıp elinden alıyoruz. Ama bunlar artık dayanılamayacak noktalara gelmişti. Zaman, hep boşa işliyordu bizim için. Çok insanlar geldi Erenköy’e; rütbeli, rütbesiz bizi dinlemeye… Onlara her şey anlatıldı. Güç bela… Çok zor...
F.K.: Dönüş kararı nasıl alındı, neler yaşandı dönüşte?
K.A.: Erenköy’den çekiliyoruz… Ellerimiz bacaklarımızın arasında; mahcup, küskün, kırgın, bir tuhaf geri döndük.
Birleşmiş Milletler’den güç bela izin aldılar, bizi çekmek için… Ve onların izni ile bizi çektiler. Birleşmiş Milletler’in reoları ile Gemikonağı’na gelen Samsun veya Giresun vapuru bizi oradan aldı, dediğim gibi... Komutan, merdivenin başında bizi karşıladı. Bindik vapurlara, ellerimiz bacaklarımızın arasında mahcup, küskün, kırgın, bir tuhaf geri döndük. Bu hiç yakışmadı bize, hiç yakışmadı bu… Ama yakıştırdılar bize... Ve de vatan için gitmiş, ölümü göze almış, gerekenleri zamanında yapmış ama bir türlü verilen sözlerin hiçbiri yerine getirilmemiş… Cephe çökecek, bir direk bile dikmemişler tutsunlar çökmeyi, çökmeyi önlesinler...
Gemide komutan bizi yıkadı serdi, yıkadı bir serdi… İnişte elimize 1500 lira verdiler.
O gemide bir komutan… Bizi bir yıkadı bir serdi, bir yıkadı bir serdi, bir yıkadı bir serdi… Olacak iş değil. Geri dönüşte, vapurda bizi yıkayıp serdikten sonra komutan, İskenderun’da limanda daha gemiden inmeden her birimize 1500’er lira verdiler. Arkada otobüsler hazır. İstanbul’a gidecek olanlar gemide kaldılar, gemi ile devam ettiler. 2-3 gün sonra çıktılar İstanbul’a, Ankara’ya gidecek olanlarla indik biz. Hepimize yasaklandı, gazeteciler mazeteciler… Kimseyle hiçbir şey konuşmayacağız, ta ki Dikimevi’ndeki yeni açılan yurda kadar… Otobüslerin içerisinde ta oralara kadar gittik. Oralara bizi yerleştirdiler.
F.K.: Bilen bilmeyen herkes Erenköy’ü anlatır da en çok merak ettiğim dönünce neler yaşadığınız?
K. A.: Şimdi sen orayı merak ediyorsun, döndünüz de ne oldu, ne diye kızdı? İhanet yaptık sanki da vatana? Bunlar hâlâ daha unuturlar bazı şeyleri, ama ben unutmam. Olduk olmadık ağzından köpükler taşarak yıkadı bizi… Niye bırakıp kaçtık da, cart ettik de, curt ettik de… Ama bizim Türk ordusu bu kadar sıkıntıya girenlere yetişemez, yetişemez, kendi kendine kendi yağınla kavrul ve bitir der, bizi de öyle yaptılar orada. Ve kavrulup kendi kendimizi bitirmediğimiz için yıkadı serdi bizi. Ve de en az 25 tane çocuğa burs vermediler. Yapılacak iş mi bu, yapılacak iş mi bu, ama ben dillendiriyorum... 25 tane çocuğa burs vermediler. İsimleri de var, yapılır mı bu? Bunların hepsi gazi. Ve ne oldu o 25 çocuk? Bir tanesi buradadır biliyorum. Okuyamadı ve götüremedi çünkü parasızlıktan. Öbürleri de ne yaptı etti, bir şeyler buldular ve okudular. Döndük oraya hepimize burs verdiler ama 25 tanemize vermediler, cezalandırdılar, aldığım istihbarata göre güya yetmemiş paralar da vermemişler onlar.
Bu 450 üniversite öğrencisinin aşağı yukarı 10-12’sini Erenköy’de ve Lefkoşa’da bıraktık. Onların dışında hepimiz geri döndük. Bunların %98’i üniversitelerini bitirdiler, mezun oldular. Ama dönüşte Birleşmiş Milletler nezaretinde çıktığımız için Erenköy’den Papaz’a (Makarios) bizim isimlerimiz tek tek verildi. Ve papaz bizi 1970-1971’lere kadar istenmeyen adam ilan etti.
Şahsen ben 24 yaşında çıktım, 26 yaşında geri döndüm. 1958 senesinde girdiğim üniversiteyi 1968 senesinde mezuniyet dersi ve inkılap tarihi sınavıyla bitirebildim. Atatürk’ün kızı inkılap tarihi hocam... Afet İnan’dan mezuniyet dersim o. Hâlbuki 1961 senesinde girmişim, sonra 1967’de mezun oldum. Mezuniyet belgesini almaya gitmiştim, bana dediler ki, sen bitirmedin. Nasıl bitirmemişim? Eee inkılap tarihinden çaktın, ne çakması dedim ya? 1967 senesi, ben vatan, millet, Sakarya, devlet, savaşmış gelmiş adamım ne demek bu? Ben dedim girdim ve gördüm liste asılıdır, ben yazdım listeleri, verdim ben bu dersi… O dershane Maltepe’de, 8 katlı apartman bizim için alındı bu yurt, dört daireli... Altında büyük bir salonumuz var. Sabahlara kadar, 24 saat o salon dolu, yerler kıyamet kadar doluyor. Yazıyor çiziyor, yazıyor çiziyor, yazıyor çiziyor, herkes çalışıyor.
İndiğimiz zaman gemiden hiç konuşmayacaksın, yasak. Ben döndüğümde başka bir yere gittim istirahate. Çocuklar Dikimevi’nin oradaki yeni yapılmış yurtlardaydılar. Bu süre içerisinde 15’li gruplar hâlinde devrin başbakanını, dışişleri bakanını ziyarete gitmişler. Onlardan geri dönen kulaktan dolma hikâyeler vardı hep dinlediğim… İnönü, “Gelmiş miydi Rum uçakları?” sorusunu sormuş, efendime söyleyim “naptınız, sizin orada bir nefes almanız bile bana yeterdi” gibi sözler... Şimdi bunların içerisinden bir çocuğumuz İngiltere’ye gitti intihar etti, komutanın berberiydi. Dillirga’nın da bir numaralı berberiydi. Çünkü babası berberdi. En yakışıklıydı, bir kız hikâyesinden dolayı İngiltere’de asmış kendisini, yakıştıramadım hiç ona ölümü…
F.K.: Bugünlerde Erenköy’e anı olarak 1571 tane fidan dikildi. Kamuoyu tepkili, siz ne düşünüyorsunuz?
K.A.: 1571’in ne işi var Erenköy’de? 500 üniversite öğrencisi ağzı daha süt kokanlar var aralarında… Beğenmedim efendiler 1571 tane ağaç dikmeyin oraya, bu Kıbrıs’ın fethi değil, Kıbrıs’ın yeniden fethidir…
1571 tane fidan; yani şimdi Sokollu’yu mu çağıracağız, Lala Mustafa Paşa’yı mı çağıracağız yoksa Canbulat Paşa’yı mı çağıracağız? 1571’in ne işi var Erenköy’de? Erenköy 1964’tür. Erenköy’de 450-500 tane öğrenci… Seneyi düşünün 1964, öyle ekseydiniz ağaçları. Ve bana sorarsan; badem ekmeliydi zeytin ekmeliydi. Biz orada bademle beslendik. O bademler olmasaydı aç kalacaktık. Badem ekin ama ya 500 tane öğrencinin, 500’ün katları badem ağacı ekin ya da zeytin ağacı ekin her birinden 500, 500, 500. Belli olsun 500 üniversite öğrencisi… Ağzı süt kokanlar var, hem Kıbrıs Türkü’nün davasında haklı olduğunu, üstesinden gelebileceğini ispat ettiğini gösterin.
İlk defa Türkiye Cumhuriyeti’nin uçaklarını fiilen savaşa sokan savaştır bu. Savaşın içinde bulunduğumuz o güne kadar, neredeydi Türk uçakları? Egzoz patlatmaktan başka bir şey yapmadı! İlk defa Türkiye’nin uçakları, bir de pilot şehit vererek fiilen oradaydı. Beğenmedim efendiler! 1571 tane ağaç dikmeyin oraya. Bu Kıbrıs’ın fethi değil, Kıbrıs’ın yeniden fethidir. Bu Türkiye Cumhuriyeti’nin uyandırılışıdır.
Ne gemin var, ne botun var, ne topun var, ne tüfeğin var… İkinci Dünya Savaşı’nda Adana’daki tren katarında, Churchill’den aldığın silahlar var. Onları verseydiniz ya… Bizi hiçbir şey olmadan götürdünüz savaşa... Diğer silahlar NATO’nundur, yasaktır diye vermediniz.
500 öğrenci, 5 bin tane fidan, 50 bin tane fidan, beş yüzü içerisinde bulundursun. Türkiye’yi de uyandırdık. Uyandı Türkiye. Öğrendi mandası olduğunu Amerika’nın. Ondan sonra başladı gemilerini yapmaya, ondan sonra başladı uçaklarına bakmaya. Evet, 1571 olmadı paşam, olmadı.
Teşekkür ederim.