Aslı Murat
asomurat@hotmail.com
“Kaçıp sevgilerin korkunç tuzaklarından
Kaçıp ana olmaklardan eş olmaklardan
Kentlerdeki yadırgı pabuçlu yalnızlığa
Dağlardaki kırmızı ışığa varıldı”
Gülten Akın
1970’ler Kıbrıs açısından, siyasi olarak cehennem sıcaklarının yaşandığı yıllardı. İnsanların birincil önceliği hayatta kalmak ve yerini yurdunu tesis edebilmekti. Eğitim, benim gibi yoksul bir ailenin çocuğu olan biri için acil bir ihtiyaç değildi. Yine de sevgili annem, okuyup hâkim olmamı; böylece yaşadığımız eşitsiz dünyaya adalet dağıtmamı istiyordu. Bu doğrultuda yüksek öğrenim eğitimi almak için İstanbul’a gittim.
Adalete olan tutkum, 1980 darbesi öncesinde alevlenen öğrenci hareketi içerisinde yer almamı kolaylaştırdı. Bir taraftan eğitimimi devam ettirip, diğer taraftan ülkedeki kargaşanın seyrine göre konumumu belirledim. Birçok arkadaşımın tabiriyle, “elimin hamuruyla erkek işine karışıyordum”. Ayrıca dikkatli olmalı, işin içine çok fazla girmemeliydim. Aksi takdirde “kadın başıma olmadık işler” açabilirdim. Sonunda onların fikirlerini meşrulaştıran olay cereyan etti ve bir afişleme sonrasında tutuklandım. Hücreden çıktıktan sonra bile, aynı sahneyi defalarca rüyalarımda yaşadım.
‘Gözlerim incecik siyah bir eşarpla bağlıydı. Etrafımda ne olup bittiğini göremiyor ama başımı hafifçe havaya kaldırdığımda içinde tutulduğum odanın ayrıntılarını seçebiliyordum. Duvarlar bembeyazdı. Tek bir lamba aydınlatıyordu ortamı, o da yeterli değildi. Etrafımdaki adamların ne konuştuklarını tam olarak anlayamıyordum. Sanırım bilmediğim bir dil kullanıyorlardı kendi aralarında. Tedirgin olduklarını nefeslerinin zaman zaman kesintiye uğramasından anladım. Onlar da korkuyordu. Bana cevap verdikleri ender anlardan birinde, bu kadar güzel bir kadının neden isyan ettiğini, politik hareket içinde bulunsa dahi neden radikal işlere bulaşmayı tercih ettiğini anlamadıklarını dile getiriyorlardı. Akılları sıra bana iltifat ederek, dişiliğimi ön plana çıkarmaya çalıştılar. Böylece kırılgan kadın tarafımı dokunarak, baştan çıkacağımı düşündüler. Ya da güzelliğimi dile getirmelerini bir aşağılama olarak algılayıp, tüm sırlarımı onlarla paylaşacağımı zannettiler. Bilmiyorum. Kadınlığıma dair yaptıkları yorumlara cevap alamayınca işkence dolu saatler başladı. Daha çok acı çekmem için göz bağımı açtılar. Karşımda gördüğüm adamlar, kısacık saçları ve tıraş edilmiş yüzleri ile gözlerimin içine bakıyorlardı’.
Oldum olası asker gibi tek tip kılıklı adamları sevmedim. Sakal ve hafif dağınık halde duran saçlar, her daim huzur verdi bana. Belki de bu düşüncem bir önyargıdan ileri geliyordu ki hayatımın ilerleyen zamanlarında öyle olduğunu anladım. Ama hâlâ sinekkaydı tıraş, otorite ve emir altında olunduğunu düşündürür bana. Kendi kişiliğini ve duruşunu yok sayma halidir “pürüzsüz” olmak. Tıpkı askerler gibi. Onların hata yapmaya hakkı yoktur. Tek bir hata, tüm disiplin sürecini alt üst eder.
Zamanla “pürüzsüz” - tek tip - tahammülsüz olmanın, güç elde etmek için itaat etmenin ve insanlar ile hiyerarşik ilişki kurmanın hegemonik erkeklik halleri olduğunu kavradım. Dış görünüşe dair tercih edilen değişiklikler (sakal - bıyık şekli, palto - parka ayrımı gibi), erkekler arasındaki siyasi oyunlarda sergilenen imajdan öteye gitmezdi. Politik mücadele yürüttüğüm örgütteki erkek arkadaşlar, ne karar alma mekanizmalarında ne de hareketin seyrinin belirlendiği alanlarda, kadınlarla güç paylaşımı içinde olmak istemezlerdi. Emek mücadelesi 1 Mayıs’ta İstanbul - Taksim Meydanı’ndaki AKM’ye asılan “kaslı kollu erkek işçi” üzerinden tanımlanırdı. Kadınlık ve erkeklik rollerinin ürettiği ev içindeki emek sömürüsü, o dönemdeki sosyalist ajandanın içerisinde yer almazdı. Hele aşkın cinsiyetçi halini tartışmak mümkün değildi. O özel hayat içerisinde, iki bireyi ilgilendiren bir mevzuydu. Yaşanan sorunlar da bireylerin kişiliklerindeki uyumsuzluk olarak değerlendirildi. Kısacası aşk, üzerine politik argümanlar geliştirilebilecek bir konu değildi. Bu yönde dönüşüme uğramaya başlayan fikirlerimi hayata geçirmek için pek fazla zamanım olmadı. Zira 1980 darbesi sonrasında hapishanede geçirdiğim işkence dolu yıllar, stres sonucu tetiklenen hastalığımı agresifleştirdi. Eğitimimi tamamlayıp adaya dönemeden, doğduğum topraklardan uzakta, Kıbrıs’ta yanan yangının ters yönde alevlendiği yıllara dek gözlerimi kapayıp derin bir uykuya daldım.
Yeterli haberleşme imkânlarının bulunmadığı yıllardı. Hastalığımın ağırlaştığı haberi, aileme iki hafta sonra bildirilebildi. Artık çok geçti. Devletin gözünde makbul bir vatandaş olmadığımdan ötürü, Türkiye’deki Kıbrıs temsilciliği cenaze işlemleri ile ilgilenmedi. Netice itibariyle mücadele arkadaşlarım tabutumun adaya gönderilmesi için gerekli girişimleri tamamladı. O güne kadar Kıbrıs sınırları içinde hayatını idame ettirmeye çalışan annem, ilk defa tabutumu karşılamak için havaalanına gitti. Sonrasında da ülke sınırlarına yaklaşmaktan bile kaçındı. Çünkü ona göre çizilen sınırları aşmanın tek bir sonucu vardı; ölüm, kayıp ve gözyaşı.
Ölümümün ardından ada, uzun yıllar çözüme kavuşturulamayan bir sorunun ince ince dokunduğu bir halı tezgâhı haline geldi. Huzursuz bir şekilde uyuduğum yılların sonunda, mezar taşıma bağlanan mor yemeni yavaş yavaş hayata dönmem için neşeli türküler söylemeye başladı. Kıbrıs’ın kuzeyinde insanların gecesini gündüzüne katarak barışın gerçekleştirilmesi için sokaklarda boy gösterdiği yıllarda, hayata yeniden merhaba dedim. Yeni hayatımda 17 yaşında, üniversite sınavlarına hazırlanmakta olan bir genç kadındım. Tarih tekerrür etmiş, ülkedeki ve hayatımdaki keskin yol ayrımı yeniden kesişmişti.
Adada genellikle “Kıbrıs Sorunu” temelinde şekillenen siyasi kutuplaşma, kamusal alandaki politik argümanları da o noktada üretirdi. “Federal Çözümü”, Kıbrıslı Türkler ve Kıbrıslı Rumlar arasındaki bir anlaşma üzerinden tanımlayan bu yaklaşım, federal kültürün ne olduğuna dair değerlendirme yapmayı aklına bile getirmezdi. Milliyetçi ideoloji karşıtlığı üzerinden yapılan yüzeysel saptamalar, gerek kapitalizmin gerekse faşizmin cinsiyetçi yüzünü masaya yatırmazdı. Çünkü kamusal alan, “büyük adamların politika ürettiği” bir mecraydı. Anlayacağınız temelinde demokrasi, eşitlik ve adalet olan aşk üzerine konuşmak, yıllar öncesinde olduğu gibi o günlerde de “küçük burjuvaların”, “sanatçıların”, “marjinallerin” lüks hayatlarında yürüttükleri şarap masası sohbetlerinden öte bir anlam ifade etmezdi.
“Bazı adamların aşkı
Bazı kadınları sokaklardan
Çekip alması karanlığa”
Hayatımın ilk döneminde yoldaşlarım, sonra ise sosyalist abilerim olan adamların Ahmet Kaya şarkıları dinlerken “devrime karşı duydukları” aşkı anlatmalarını dikkatle dinlerdim. Onlara göre Ahmet Kaya’nın eserleri bir kadından ziyade, kavgaya duyulan tutkunun ürünüydü. O şarkıları dinlerken suçluluk duyardım. Sevdiğim adamı düşlemek, kendimi “küçük burjuva bozuntusu” bir kadın olarak algılamama neden olurdu. Abilerimin özel hayatlarına dair sorgulama yapmaları, o alanda oluşan dertlerini konuşmaları ayıptı. Çünkü dönüştürmeleri gereken bir toplum vardı. Bunu yaparken kendilerini toplumun hiyerarşik üstü haline getirdiklerinin farkında bile değillerdi. Sürekli olarak birileri ile konuşmak yerine, birileri adına konuşmayı tercih ederlerdi.
Demokrasi, eşitlik ve adaletten bahseden bu abiler, özel hayatlarındaki eşitsiz güç ilişkilerini görmezden gelerek kendileri için konforlu bir alan yarattılar. Evlendiler, çocukları oldu. Çocukları ile kurdukları ilişkilerde diyaloğa açık bir yol çizdiklerini iddia etseler de, eşlerinin ev içinde sergiledikleri emeği pek görmediler. Hatta “bizdeki iç işleri bakanı karımdır, vallahi her şeyi o idare eder. Kıbrıslı Türkler ana-erkil bir yapıya sahiptir” saptamasını da konforlu hayatlarının vazgeçilmez meşru gerekçesi haline getirdiler. Farklı ağızlardan aynı tonda dile getirilen cümlelerin kadını ev içinden tanımlamak olduğunun farkına varamadan, eşitsizliği yaratan tutumlarına yıllarca devam ettiler. Kamusal alanda faaliyet gösterdikleri örgütler içerisinde, ikincil cins konumda yaşayan kadınların yarışa eşit koşullarda başlamaları için hiçbir çaba sarf etmediler. Kadınlar tarafından atılmak istenen adımları da baltaladılar.
Geçmişte yaşananların ardından günümüzdeki koşullardan bahsetmenin, erkekliğin eşitlik ve aşk ile olan imtihan sürecini açıklığa kavuşturmak için gerekli olduğuna inanıyorum. Zaman içerisinde değişen toplumsal özellikler, “kadınları sokaklardan alıp karanlığa çeken” adamların görüntüde dönüşüme uğrayan erkeklik halleri ile tanıştırdı beni. “Devrime âşık abiler” daha düz bir cinsiyet algısına sahipken, ikinci grupta yer alan “entelektüel ve çağdaş erkekler” kadınlar üzerinde kurdukları tahakküm ilişkilerini romantize ederek şekillendirirler. Yaşanılan adaletsizliğe karşı çıkarılan seslerin önüne, yıkılmaz “meşru gerekçeler” koyarlar. Bu noktadan sonra kadınlığa yüklenen tutum, kendini kötü hissetmek ve hatayı kendinde aramaktır. Sürekli anlamda beslenmeye açık olan “erkeklik egosu”, ehlileştirilemeyen vahşi bir ata dönüşür. Fakat bu, şahlanışını büyük bir haz eşliğinde izlediğimiz, salınması ile gözümüzü kamaştıran bir at değildir.
Kanaatlerini dile getirdikleri her alanda, otorite figürü olarak kabul edilen “entelektüel ve çağdaş erkekler”, hayatları boyunca kendileri ile yüzleşemezler. Siyasi alanda şeffaflıktan bahseden şahsiyetler, özel hayatları söz konusu olduğu zaman erkekliğin ürettiği iktidar odaklarından uzaklaşmayı başaramazlar. İktidarın cinsiyetçi yüzünü tartışmaya açan “şizofrenik erkeklik” tahlilleri yapmak; demokratik, eşit ve adil bir ilişkinin kurulabilmesi için yeterli olmaz.
Bir insanın ne söylediği değil, onu ne şekilde söylediği ve buna bağlı olarak uygulama pratiğinin görünür olması önemlidir. Toplum içerisinde yöneten konumda olan bireylerin, şeffaf olmalarını ve hesap verebilirliğini dert eden bir zihniyetin özel alandaki politik kurguları yok sayması, ataerkil iktidarın meyvelerinden yararlandığının en açık kanıtıdır.
Toplumsal cinsiyet eşitliği üzerine saptama yaparken, erkekliğin sağladığı konforlu hayat koşullarından vazgeçme korkusunu deşifre etmek, o kadar da kolay değildir. Tüm bunları düşünmek bir yana, mücadele aracı haline getirdiğiniz takdirde, “histerik kadın” sıfatı ile anılırsınız. Bu şaşılacak bir durum değildir. Çünkü geçmişte cadı diye yakılan kadınların yürüttüğü mücadele, özgürlüğü elde etmek için engebesiz bir hayat sürmediklerini gösterir.
Bugün önceki hayatımda yarım kalmış işlerimi tamamlamak için kendimi daha yetkin hissediyorum. Çünkü uzun bir zamandır, yürütülen politikanın “yukarıdan gelecek bir kurtarıcı” pozisyonundan ziyade, deneyim ile harmanlanması neticesinde anlamlı olacağının bilincindeyim. Tabi ki bu yolda, hiyerarşik olmayan ilişkilenme biçimlerini tercih eden feminist dostlarımla birlikte yürüdüğümü de belirtmem gerekir. Onlarla büyüdüm ve birlikte ürettiğimiz sözü çoğaltarak güçlendim. Artık aşkın, derin yaralar aldıktan sonra bile yeniden ayağa kalkabilme cesareti veren bir değer olduğuna dair inancımı kırabilecek hiçbir şeye izin vermiyorum.