Fayka ARSEVEN KİŞİ
2003 yılından itibaren aktif siyasette yer alan Baş müzakereci, Dışişleri Bakanlığı, Ekonomi Bakanlığı ve milletvekilliği görevlerini yapan CTP Milletvekili Özdil Nami, “aktif siyasetten 17.5 yıl rötarla ayrılıyorum” dedi.
Girdiği seçimlerde yüksek oy alarak 2003’ten beri milletvekili olan Özdil Nami, “siyaset, siyaset dışında kalırsam yapamayacağım bir katkıyı yapabilmek içindi. Siyasetin içinde kalarak ülkeye yapabileceğim katkıların neredeyse tamamını bugünkü şartlarda yapabileceğim kanaatine vardım. Ama bu katkıları yapmak için Meclis’te bir koltuğa oturmamın gerekmediğini düşündüm. O koltuklara daha yeni, daha genç arkadaşların oturmasının ülke için daha da faydalı olabileceğini değerlendirdim” ifadesinde bulunarak, neden aday olmadığını samimi bir şekilde ifade etti.
Nami, tarihsel süreçte yaşadığı deneyimleri, hayal kırıklıklarını hem Kıbrıs sorunu hem de ekonomi konusunda çözüm önerilerini YENİDÜZEN’e anlattı.
“Bana teklif geldiğinde söylenen şuydu; ‘bu seçimi kazanmamız, bu referandumu gerçekleştirip, çözümü sağlamalıyız. Eğer siyasette kalmak istemiyorsan nasıl olsa çözümden 6 ay sonra seçimler tekrar edilecek kendi işine dönersin.’ 6 aylık bu işe girmiştim. Şimdi bana diyorlar ki; erken ayrıldın. Ben de diyorum ki; Yok 17,5 yıl rötarla ayrılıyorum.’”
- YENİDÜZEN: Erken genel seçimde aday olmadınız, biz beklemiyorduk ama sizin bir süredir aklınızdaydı. Genelde siyasiler koltukları kolay kolay bırakıp gitmez. Neden aday olmadınız?
- Özdil NAMİ: Siyaset, siyaset dışında kalırsam yapamayacağım bir katkıyı yapabilmek içindi. Siyasetin içinde kalarak ülkeye yapabileceğim katkıların neredeyse tamamını bugünkü şartlarda yapabileceğim kanaatine vardım. Elbette ülkeme elimden gelen her türlü imkanla katkı koymaya devam edeceğim. Ama bu katkıları yapmak için Meclis’te bir koltuğa oturmamın gerekmediğini düşündüm. O koltuklara daha yeni, daha genç arkadaşların oturmasının ülke için daha da faydalı olabileceğini değerlendirdim. O yeni enerji, hevesleri ve bilgi birikimleriyle onlar da önemli katkılar ortaya koyacaktır.
Esasen işin bir de tarihsel geçmişi var. Benim siyasete girmem 2003 Aralık seçimlerinde oluştu. O dönem İş Adamları Derneği başkanıydım ve siyaset gibi vizyonum kendim için kesinlikle yoktu. Eğitimimi de hep iş dünyasına atılacak şekilde tamamlamıştım. Aile şirketimiz vardı. Ancak o dönemin koşulları iş dünyasının siyasete daha da ilgi duymasını, çözüm sürecini desteklemesini gerektiriyordu. Annan Planı referandumu öncesinde çok önemli bir genel seçim olmuştu ve CTP, Birleşik Güçler konseptini oluşturmuştu. Bana da teklif geldiğinde söylenen şuydu; ‘bu seçimi kazanmamız bu referandumu gerçekleştirip, çözümü sağlamalıyız. Eğer siyasette kalmak istemiyorsan nasıl olsa çözümden 6 ay sonra seçimler tekrar edilecek kendi işine dönersin.’ 6 aylık bu işe girmiştim. Şimdi bana diyorlar ki; erken ayrıldın. Ben de diyorum ki; Yok, 17,5 yıl rötarla ayrılıyorum.’
“Hayal kırıklığı yaşadım”
“Rum tarafının uzlaşmaz tavrı üzerine bizim de başarı şansı olmayan bir politikanın peşine düşmemiz bende Kıbrıs konusunun önümüzdeki orta vadede çözülebileceğine dair bir ümit bırakmadı. Dolayısıyla siyasetle ilgili ciddi bir motivasyon düşüklüğüm oldu.”
- YENİDÜZEN: Baş müzakereci, bakan, milletvekili oldunuz. Hayal kırıklığı yaşadınız mı?
- Özdil NAMİ: Geriye dönüp baktığımda bazı hayal kırıklıkları da yaşadığımı itiraf etmem lazım. Siyasete girmemin en önemli sebebi Kıbrıs sorunun çözümüne katkı koymaktı. Orada gerçekten olağanüstü bir performans sergiledik. Gerek Sayın Talat ve gerekse Akıncı döneminde üzerime düşen görevi naçizane yapmaya çalıştım.
Annan Planı referandumunda ‘evet’i çıkardık ama Rumlar ‘hayır’ dedi. Sonra o moral bozukluğunu üzerimizden attık. Sayın Talat döneminde çok ciddi yakınlaşmaların altına imzalar attık. BM Genel Sekreteri Ban Ki Moon adamıza kadar geldi ve bir ara anlaşmayı açıklamamız yönünde bizi teşvik etti. Biz kabul ettik, Sayın Hristofyas reddetti. Daha sonra Sayın Eroğlu göreve geldiğinde tarihi bir anlaşmayı Eroğlu’na bile imzalattırdık. 2 bölgeli, 2 toplumlu federal çözümün altına Sayın Eroğlu gibi bir cumhurbaşkanı imza attı. Orda da çok aktif görev üstlendik. Rumlar yine ona da saygı duymadı. Daha sonra sayın Akıncı ile olan süreçte olayı ta Crans Montana’ya kadar götürdük, Guterres belgesini kabul ettik biz de Türkiye de… Garantiler konusunda bile bu tek yanlı müdahale hakkıyla ilgili olarak yeni bir anlayışı masaya götürecek kadar ilerlemeler kaydettik ancak Rum tarafı yine masadan kaçtı.
Yani Rum tarafının bütün bu menfi tutumu derin bir hayal kırıklığı yaşattı. Çünkü Türk tarafı olarak biz Türkiye’nin de desteği ile bunu da kabul etmemiz lazım gerçekten olayı bitme noktasına kadar götürdük ama karşımızda bunu bizimle bitirmeye hazır bir taraf olmadığını hem gördük hem de dünyaya gösterdik. Bu kolay hazmedilecek bir şey değil.
Elbette Rum tarafının bu tavrı bizim doğru politikaları terk etmemizi tetiklememesi gerekirdi. Ama bu yapıldı. Biz Crans Montana’dan döndükten sonra özellikle ‘Türkiye’nin BM parametreleri artık gereçli değildir, federal çözüm artık masada değildir, hiçbir ülkenin kabul etmeyeceği bu iki ayrı egemen devlet modeli artık değişmez politikamızdır’ denildi. Ankara’da bu kararlar alındı, bize de bunu empoze etmeye çalıştılar.
Rum tarafının uzlaşmaz tavrı üzerine bizim de başarı şansı olmayan bir politikanın peşine düşmemiz bende Kıbrıs konusunun önümüzdeki orta vadede çözülebileceğine dair bir ümit bırakmadı. Dolayısıyla siyasetle ilgili ciddi bir motivasyon düşüklüğüm oldu.
Halbuki yapılması gereken şeyin ne olduğunu birçok kez söyledim. Türk tarafının federal çözümü ısrarla talep etmeye devam etmesi gerekir ama Rum tarafı tekrar ‘hayır’ derse o zaman ‘benim ayrı egemen devlet kimliğimin BM tarafından tescil edilmesi lazım böyle bir süreç kurgusuyla masaya devam ederim’ şeklinde bir politika takip edilmeliydi.
Eğer bu yapılsaydı bugün Rum tarafının üzerinde çok ciddi bir baskıyı oluşturmuş olurduk ve anlamlı müzakereler tekrar başlamış olurdu. Ama bunu ifade etmemize rağmen Türkiye’nin kendi iç siyaseti nedeniyle buna itibar edilmemesi ve bizim içimizde de bazı kişilerin kendi halkımızın çıkarları yerine Türkiye’de iktidarı elinde tutanlara yaranma sevdasıyla siyaset yapmaları ve bir şekilde makam sahibi olmaları tüm bunların bir araya gelmesi gerçekten siyasi ortamı içinden çıkılmaz bir görüntü içerisine soktu.
Kimse de sayın Tatar’a ‘sen orada niye oturuyorsun, niye maaş alıyorsun, neden Saray istiyorsun’ diye sormuyor. Keza Sayın Başbakan ve hükümet, bu kadar büyük kriz oluşmuş toplantı yapıyorlar, bankaların zaten uygulamaya koydukları tedbirleri, kendileri yeni tedbir almış edasıyla manşetlere çekip, duyuruyorlar.
- YENİDÜZEN: Özellikle şimdi konu ekonomi… Ekonomi Bakanlığı da yaptınız. Orada da hayal kırıklıklarınız var mı?
- Özdil NAMİ: 15 aylık bir dönem yaptım. Daha önce de biliyorduk ama bakanlık yapınca çok net bir şekilde gördüm; TL kullanmanın bize getirdiği çok ciddi maliyet var.
Türkiye kendi hedefleri doğrultusunda bazı politikalar oluşturuyor. Kendi üretme kapasitesi, kendi uluslararası ilişkileri ve birçok farklı faktörü bir araya getirip kendi gerçekleri üzerine bir politika üretiyor. Bu politika gereği şimdi de dramatik bir şekilde görüyoruz yüksek bir enflasyon ve Türk Lirası’nın değer kaybıyla ilgili süreç aslında çoktan başladı. Şimdi hızlanarak devam ediyor.
Kendi kurdukları mantık da böyle bir ortamda döviz cinsinde iş gücü ucuzluyor, ithalat pahalılaşıyor dolayısıyla cari açık daralıyor ve gelecekte ihracatın ve döviz girdisinin artacağını ümit ediyor. Böyle bir formülle ülkelerini bir yerden bir yere götürmeye çalışıyorlar. Ama o formül bize uymuyor. Çünkü biz tanınmamış bir ülkeyiz. Ambargolar altındayız. Sanayimiz yok. Dolayısıyla kullandığımız para biriminin değerinin ucuzlayıp da ihracatı artıracak diye bir ekonomik model üzerinden hareket etmemiz mantıksız ve imkansızdır.
Zaten biz ticaret açığımızı hizmet sektörlerinden gelen para ile kapatıyoruz. Eğitim ve turizm başta olmak üzere. Onlar da ülkemize yabancı insan getirmek üzerine kurgulanmış bir alan. Fakat biz küçücük bir toplumuz. Vatandaş sayımız 300 bin civarında şu an Kıbrıslı Türk’ten çok daha fazla yabancıyı zaten ülkemizde barındırıyoruz. Yani TL’nin değer kaybı nedeniyle oluşan açıklarımızı daha fazla yabancı, öğrenci veya turist çekerek, telafi etmeye kalksak sosyal, çevre, alt yapı, güvenlik olarak ülke bunu kaldıramaz. Dolayısıyla hiçbir şekilde böyle bir modelle hareket edemeyiz. Ama sanki bu gerçek yokmuş gibi bizi bununla yaşamaya mahkum ediyorlar.
Şöyle bir açmaz içine de bizi soktular; ‘TL kullanacaksınız, mecbursunuz, enflasyonla ilgili maliyeti ödeyeceksiniz. Ama bunu size telafi etmeyeceğiz.’ Diğer taraftan Euro’ya filan geçerseniz size karşı tavır alırız’.
Şimdi baktığımızda Kıbrıs sorunun çözülmesiyle ilgili takip etmemiz gereken net bir yol var. O yola girmek istediğimizde yol tıkalı ve önümüze duvarlar örülmüş.
Ekonomimizi düzeltmek için yapmamız gereken çok temel bir değişiklik var; TL kullanmamalıyız veya kullanacaksak da enflasyon nedeniyle olan açığımızın Türkiye tarafından telafi edilmesi gerekir. Buna da hayır deniyor. Orada da önümüze duvar örülüyor.
Biz bu sıkıntılar yumağı içerisinde daha da büyüyen bir problemle baş başa yaşıyoruz ve daha sonra gelip bize akıl da veriyorlar. ‘Öyle değil, böyle yapacaksınız’ diyorlar. ‘Bizde ne varsa sizde de’ olacak diyorlar. Yani bir iradeye saygısızlık oluşuyor. Ki bunu zaten Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde genel seçimlerde, kurultay seçimlerine varacak kadar bunları hep gördük. Şimdi bunların hepsiyle mücadele etmek gerekir. Değişik platformlarda mücadele etmek lazım. Meclis’e girmek iktidara talip olmak elbette bu alanda çok önemli. Tüm müdahalelere rağmen halkın iradesinin nerde olduğunu yansıtmalıyız. Ama meclis dışında da yapılması gereken çalışmalar var. Basının, sivil toplum örgütlerinin, sendikaların da üzerine düşen görevleri var.
Onun için ben bunları gördüğümde sistemin içerisinde mecliste veya bakanlık yaparak, yapabileceğimi yaptım. Söylemem gerekenlerin hepsini söyledim. Konuşmam gereken insanların hepsiyle konuştum. Halkım için de yapabildiklerim ortada. Bundan daha fazlasını yapmam için artık oralarda olmama Özdil Nami olarak gerek olmadığını değerlendirdim. Elbette Meclis’te çok ciddi yasaların yapılması gerekir, yeni fikirlerin tartışılması gerekir, bunu başka arkadaşlar da özellikle CTP’nin aday listesine baktığımda çok parlak yeni isimler var. Tecrübeli arkadaşlarımız da orada zaten. İyi bir ekiple bunu yapacaklardır. Ben de bundan sonrasını bugüne kadar biriktirdiğim tecrübeyle onlara destek olacağım. Böyle yaparak daha verimli olacağımı düşünüyorum.
Tatar sen orada niye oturuyorsun?
“Değerli Ferdi Bey’in çok hoşuma giden bir sözü daha var; ‘marazi bir toplum olduk’ derdi. Maalesef yine o ruh haline girdik. Sürekli şikayet ediyoruz. Ama çözüm önerilerini ya ortaya koymuyoruz ya da daha kötüsü ortaya konulan çözüm önerilerine itibar etmiyoruz.”
- YENİDÜZEN: Sayın Ferdi Sabit Soyer’in çok önemli bir sözü vardı, ‘üzerimize ölü toprağı serildi’… Şu an o noktada mıyız, ülkede bu kadar şey yaşanırken, neden tepkisiz kalıyoruz?
- Özdil NAMİ: Değerli Ferdi Bey’in çok hoşuma giden bir sözü daha var; ‘marazi bir toplum olduk’ derdi. Maalesef yine o ruh haline girdik. Sürekli şikayet ediyoruz. Ama çözüm önerilerini ya ortaya koymuyoruz ya da daha kötüsü ortaya konulan çözüm önerilerine itibar etmiyoruz.
Mesela TL kullanımıyla ilgili şu an yaşanan hayat pahalılığına CTP çok ciddi bir açılım yaptı ve dedi ki; ‘istikrarlı para birimine geçmeyi artık gündemimize almak zorundayız. Biz hükümete geldiğimizde bu konuyu çok ciddi bir şekilde ele alacağız ve hayata geçirmek için çalışacağız.’
Diğer partiler bu konuda tamamen sessiz fakat sorgulayan da pek yok. Biri bir mikrofonu uzatıp, Başbakan’a; TL’de çok yüksek bir değer kaybı oldu, bu vatandaşın alım gücünü inanılmaz derece azalttı, CTP somut bir öneride bulundu, sizin somut öneriniz nedir? Eğer yeni başka bir somut öneriniz yoksa CTP’nin koyduğu öneriyi siz destekliyor musunuz? Diye sormuyor.
Basit, temel bazı sorgulamaların yapılması ve bu baskının oluşturulması lazım. Yani marifet sadece TL değer kaybettiği için fakirleştiğimizi söylemek ve bununla ilgili ağıt yakmak değil. Bunu herkes zaten yaşıyor, görüyor.
Sayın Tatar, Toros’ların fotoğraflarını çekip, paylaşıyor. Ama Ankara’da yaşayan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı bir telefonla arayarak ‘Sayın Erdoğan sizin kendiniz için çizdiğiniz bu yolu takip ediyoruz, başarılar diliyoruz. Ancak KKTC’ye böyle bir olumsuz etkisi oldu. Bunu telafi etme yollarını konuşmak üzere sizi ziyaret etmek istiyorum. Bir çare üretmeniz lazım’ demiyor.
Şu an bizim tartışmamız gereken bu bir realite. Bizim kontrolümüz dışında oluştu, durdurma imkanımız da yok. Türkiye buna karar verdi ve yapıyor, bilinçli olarak yapıyor. Biz bunu değiştirme yetkisinde değiliz ama neticeleri ile yaşamak zorundayız. O zaman ne yapacağız?
Sayın Tatar, Toros’ların fotoğraflarını çekip, paylaşıyor. Ama Ankara’da yaşayan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı bir telefonla arayarak ‘Sayın Erdoğan sizin kendiniz için çizdiğiniz bu yolu takip ediyoruz, başarılar diliyoruz. Ancak KKTC’ye böyle bir olumsuz etkisi oldu. Bunu telafi etme yollarını konuşmak üzere sizi ziyaret etmek istiyorum. Bir çare üretmeniz lazım’ demiyor.
“Eğer kendimiz toparlamazsak, aklımızı başımıza almazsak, ülkemizi dünya ile birleştirecek herkes ile iyi geçindirecek politikalara ve ekonomik olarak da Türkiye’den üzerimize gelen büyük şoklara karşı hızla yerine geçecek tedbirleri hayata geçirmezsek bugünlerimizi iyi günlerimiz olarak anacağız.”
Kimse de sayın Tatar’a ‘sen orada niye oturuyorsun, niye maaş alıyorsun, neden Saray istiyorsun’ diye sormuyor. Keza Sayın Başbakan ve hükümet, bu kadar büyük kriz oluşmuş toplantı yapıyorlar, bankaların zaten uygulamaya koydukları tedbirleri, kendileri yeni tedbir almış edasıyla manşetlere çekip, duyuruyorlar. Ya da market denetimi yaparak, hayat pahalılığını engelleyecekler intibasını yaratmaya çalışıyorlar. Bununla halk tabiriyle ‘gurdalanıyorlar’. Ama kimse de demiyor, sormuyor, muhalefet partilerinden başka, ‘bu değil çare, temel sorunu nasıl halledeceksiniz’. Türkiye’yi ikna mı edeceksiniz bütçede oluşan büyük açığı kapatması için tazmin mi edecekler yoksa Euro’ya geçmemize destek mi verecekler?
Bu konuşmayı neden yapmıyorsunuz? Sayın Cumhurbaşkanı, Başbakan, hükümette yer alanlar ‘ne yapıyorsunuz’ diye.
Yani bunlarla ilgili çok ciddi baskılar oluşmalıdır. Eğer bunları yapmazsak, bu temel meseleleri çözmezsek, halkımız bu ekonomik krizin altında ezilecek. Çok küçük zengin bir zümre daha da zengin olacak, çünkü varlıklarını dövize endekslediler. Ama sabit gelirliler, giderek fakirleşecek, gelir dağılımı bozulacak. Yani yüksek enflasyon sarmalına giren ülkelerin yaşadığı bütün problemleri yaşayacağız. Hatalı ekonomik politikalar, Venezuela gibi dünyada petrol rezervi en yüksek olan bir ülkeyi açlık sınırına kadar getirdi. Doğru siyaset yapamayan ülkeler, Lübnan, Suriye gibi açlık sınırına kadar gittiler. Dağılma süreçlerine girdiler. Onun için bunlar hafife alınacak konular değil. Eğer kendimiz toparlamazsak, aklımızı başımıza almazsak, ülkemizi dünya ile birleştirecek herkes ile iyi geçindirecek politikalara ve ekonomik olarak da Türkiye’den üzerimize gelen büyük şoklara karşı hızla yerine geçecek tedbirleri hayata geçirmezsek bugünlerimizi iyi günlerimiz olarak anacağız.
“Euro’ya geçmek için sıkıntı siyasi”
- YENİDÜZEN: “Euro’ya geçiş mümkün” dediniz, bazı çevreler bunun mümkün olmadığını da dile getiriyor. Sistemsel olarak önümüzde duran sorun var mı?
- Özdil NAMİ: CTP Gençlik Örgütü ile çok güzel bir toplantı yapıldı. Oraya çok değerli ekonomist arkadaşlar da katıldı. Hepimizin ortak görüşü; bunu teknik olarak mümkün olduğu yönünedir. Zaten yapılacak olan şey basittir; önce muhasebe kayıtlarını aslında Euro’ya geçirirsiniz. İlk etapta devletin gelir ve giderlerini Euro cinsinden toplamasını ve harcamasını sağlayabilirsiniz, kaydı olarak. Özel şirketlere de izin verirsiniz ve dersiniz ki; ‘artık bana hesaplarınızı, bilançolarınızı TL olarak vermek zorunda değilsiniz, Euro olarak da verebilirsiniz.’
Zaten şirketlerin birçok faturası döviz cinsinden. Dolayısıyla kaydı olarak, muhasebe olarak bütün ülkeyi süratle Euro’ya geçirirsiniz. O zaman hem devletin hem özel sektörün maaşları Euro’ya geçmiş olur. Devletin bütün gelirleri de Euro cinsinden kaydedilmiş olur. Özel sektörün de faturaları Euro olur.
Böylelikle dengeli bir şekilde geçiş sürecini başlatırsınız. Bunu yaparken fiziki para olarak TL kullanılmaya devam edilebilir. Zaten şu an bir yedek parça aldığınızda Euro cinsinden fatura çıkarılır, siz TL karşılığını verirsiniz. Dolayısıyla ‘Euro rezervimiz yok, yeterince Euro madeni paramız yok, banknotumuz yok’ denilir ama böyle evhamlar kapılmaya hiç gerek yok. TL sirkülasyonda olmaya devam edebilir. Ancak zaten kısmi olarak olan Euro kullanımı devletin de gelir giderlerine kullanılmaya başlanabilir. Kademeli olarak bu geçiş sağlanır. Bu olduğunda ne olmuş olur; Türkiye’ye enflasyondan doğan vergiyi ödemekten kurtulmuş oluruz.
Diğer taraftan bizde enflasyon muhasebesi diye bir sistem yok. Onun neticesine şirketler, örneğin 1 dolara aldıkları bir malı, geçmişte 10 liraya satıyorlarsa bugün onu 16 liraya satmak zorundalar. Ama bizim muhasebe sistemimize göre bunu yaptığı anda 10 liraya aldığı malı 16 liraya satmış gibi görülüyor. Aradaki 6 liralık fark karmış gibi hesap edilip, onun üzerinden de devlet vergi alıyor. Örneğin 3 lirasını da devlete verirse iş insanının elinde 13 lira kalıyor. Halbuki o malı yerine koyabilmesi için 16 liraya ihtiyaç var. Demek ki o adam sermayesinden kaybetmiş oluyor. Bu duruma düşmemek için şirketler kayıt dışına çıkıyor.
Biz de duruyoruz ülkemizde neden bu kadar kayıt dışılık var bununla ilgili üzülüyoruz, kafa yoruyoruz. Halbuki devletin kendi sistemi zaten özel sektörü kayıt dışına çıkmak zorunda bırakıyor. Bunu gidermek için ya istikrarlı bir para birimine geçeceksiniz, ya enflasyon muhasebesi uygulayacaksınız. Enflasyon muhasebesini uygulamak çok zor bir olay çünkü doğru enflasyonu sürekli ölçmeniz lazım. Doğru enflasyonun ölçülmediğini de çok iyi biliyoruz. O zaman çözüm daha iyi istikrarlı bir para birimine geçmektir. Çünkü Dolar’ın veya Euro’nun kurunu bizim KKTC hükümetinin yanlış ölçmesi veya manipüle etmesi mümkün değil. En doğru en şeffaf sistem o olur. O yüzden akıl yolu bu. Bununla ilgili teknik bir sıkıntı yok ama sıkıntı siyasi… Ankara, Türkiye ne diyecek? Ama Türkiye ayrı bir devlet ise biz de ayrı bir devletsek o zaman bizim ekonomik şartlarımıza en uygun ne ise onu yapmalıyız. Türkiye kendi ekonomik şartlarına uygun yeni bir ekonomik modele geçerken bize sordu mu? Danıştı mı? Hatta ve hatta bu bizi nasıl etkiler diye yarım saatlik bir toplantı bile bizimle yaptı mı? Bunu telafi etmek için ‘merak etmeyin ben size şu programı imzaladığımız protokollerin dışında devreye koyacağım dedi mi? bunu demeyen bir Türkiye’nin ben kendi başımın çaresine bakmak için bir formül ürettiğimde bunu desteklemekten başka ne yapmasını bekleyebiliriz ki? Ama şu an bunları konuşacak insan bile yok.
“Euro’ya geçiş önerisini aylarca tartışma lüksümüz yok”
- YENİDÜZEN: Euro’ya geçecek dahi olsak bu orta vadeli bir plan. Bugünü nasıl kurtaracağız?
- Özdil NAMİ: Olan oldu. Türkiye’deki vatandaş aniden fakirleşti. Asgari ücret dolar bazında neredeyse yarı yarıya düştü onunla ilgili Sayın Erdoğan’ın da yapabileceği bir şey yok artık. Onun için bizim de yapabileceğimiz bir şey yok. Bugünden yarına bir şeyi değiştirmek mümkün değil. Ama bir değişim yapma ihtiyacı çok aciliyet kazandı. Örneğin Euro’ya geçiş önerisini aylarca tartışma lüksümüz artık yok.
Elbette Brüksel ile anlaşarak bir süreç başlatabilseydik çok sağlıklı ve doğrusu olurdu. Ama onları bekleyecek ve onları yapmazsak acaba nasıl sıkıntıya girerizi düşünecek bir ortam kalmadı. Çünkü bir şey yapmamanın maliyeti şu an da inanılmaz yükseldi. Yüzde 50 enflasyonlu bir döneme doğru giriyoruz. Artık ok yaydan çıktı. Bu engellenemez.
Mesela birçok insan diyor ki; ‘siz Kıbrıslılar döviz ile alışveriş yapmasaydınız.’ Döviz ile alışverişi olmayan dünya kadar insan var. Ama benzin almaya gittiğinde veya markete gittiğinde daha fazla para ödemek zorunda. Neden? Çünkü aslında satın aldığımız her ürünü döviz ile alıyoruz. Çünkü sizin adınıza birileri gidip bir yerden bu ürünleri dolar ile alıyor.
Dolayısıyla çok yüzeysel sloganlarla kurtarılacak bir durum değil. Olay gerçek, kriz gerçek çıkış yolu tektir. Bunu yapmakla ilgili siyaseten cesur adımlar atmanın zamanı geldi. Kaybedilen her gün halkı fakirleşmesi yönüne daha büyük faturalar çıkaracak.
- YENİDÜZEN: 23 Ocak’ta seçim var. Ne bekliyorsunuz?
- Özdil NAMİ: İşte tam da bu dönem değişim için mükemmel bir dönem. Zaten bu tip kavşakları doğru şekilde kullanan toplumlar kendilerini daha iyi bir noktaya çekebiliyorlar. Yapamayan, kendi içine kapanan toplumlar ise çöküşe doğru hızlanarak yol alıyorlar. Şimdi olması gereken şey başta iş çevreleri, sendikaların bir araya gelip hükümete bu baskıyı oluşturmasıdır.
Sadece Ankara’dan bir çek gelecek ve bu sorun çözülecek havasından kurtulmamız lazım. Sayın Tufan Erhürman bunu geçen gün çok güzel ifade etti; ‘Türkiye’den para gelecek ve her sorun bitecek havasını yaymaktan vazgeçin artık, yok böyle bir dünya’ dedi. Savunma giderleri için bile taahhüt ettiği hibeyi şuan göndermeyen bir Ankara ile baş başayız. Ona bel bağlayarak bu işin olmayacağını artık herkesin kabul etmesi gerekir. Hükümetin üzerine çok ciddi baskı oluşturmalıdır.
Tüm siyasi partilere de şu soru sorulmalıdır; hükümete gelirseniz bu sorunu nasıl çözeceksiniz? Halkın da seçimlere giderken açıklanan bu programları iyi inceleyip oyunu ona göre vermelidir. Kim hangi çözüm formülü ortaya koyuyor? Halk bu kararı ne kadar sağlıklı verirse Meclis’in kalitesi de o kadar iyi olacak. Biz tüm bunları yapmamıza rağmen bizim dışımızdaki büyük güçler tüm bunları engellerse o zaman da hiç kimse bize gelip ‘sizi biz besliyoruz’ diyemeyecek.
Dolayısıyla seçimlere gidilmesi bu dönemde aslında bir fırsat. Herkes seçime katılacak partilere bu soruları sormalı, köşeye sıkıştırmalı ve cevaplarını talep etmeleri gerekmektedir. Kim daha iyi cevap veriyorsa oyunu da ona göre vermelidir. Umarım böyle bir tabloyu görürüz.