Bugün yine klavye başındayım.
Zaman hızla akıp geçmiş ve bir haftayı geride bırakmışız, daha doğrusu bitirmişiz, tüketmişiz.
Ölen onca canın yasıyla içimizde hüznün sonbahar yapraklarını biriktirerek geçirdik bir haftayı…
Tedirgin.
Kuşkulu.
Acının vurduğu canları düşünerek, ateşin düştüğü ocakların hikâyelerini dinleyerek.
Uyumadım. Uyuyamadım.
Yiyemedim, içemedim.
Hatta çalışamadım. Hâlbuki böylesi zamanlarda daha çok işine sarılmalı insan… Çünkü çalışmak iyileştirirken ruhu, aynı zamanda da umut arayışlarının, içinde sadece iyiliğin olduğu bir dünyayı düşlemekten vazgeçmemek gerektiğini söyler insana… Çalışırken kulağınıza fısıldar bir iç ses: Her şeyin iyi olacağı bir ülkeyi düşünmekten de varlığına inanmaktan da vazgeçme!
102 can göçüp gitti bu dünyadan… Ve bu satırları yazarken de “umut” yolculuğunda karnındaki bebeklerini “yeni ve özgür” bir ülkede dünyaya getirebileceklerini düşleyerek bindikleri teknelerde cansız bedenlerinin kıyıya vurduğunu izliyorum salonumdaki ekrandan!
Aklıma takılan tüm endişeli sorularla geleceğe dair umudun bir yerlerde var olduğu gücüne sığınmaya çalıştım.
Yazı yazmak için ekranı karşıma alıp, kahvemi fincanıma koyduğumda (içemeyeceğimi bile bile), dışarıda akıp giden kalabalığa bakarak hayatın bir kez daha anlamını sorgulayarak kelimeleri ekrana düşürmeye başladım.
Parmaklar klavyeye vururken, kulağım da bir yandan televizyon ekranındaki haberlerden yükselen seslere kaydı.
Geçen hafta “korku tüneli”ne çekilen ekranda, bugün, coşkulu bir kalabalığın sevinç nidalarına karışıyor görüntüler… “Hayat ne tuhaf!” dedirtecek kadar da tuhaf bir atmosfere bırakıyor aklı…
Dün acı, bugün sevinç!
Nereden nereye doğru sürükleniyor halk denilen “kitle” ve ne için direnirken neyin ağlarına yakalandığını bile anlamadan, anlayamadan, “Barış, haydi barış!” nidalarına karşı sergiliyor sevincini…
Halbuki barış acının yoğurduğu, zamanın yorduğu, iktidarların susturduğu bir sözcük değil mi ki?!
Malum Kuzey Kıbrıs’a “Asrın Projesi”yle suyun gelmesinin/getirilmesinin açılışı bugün. Vanalar açılacak ve su akıp yolunu bulacak! Öyle mi?
Çeşmelerimizden suyun ‘gürül gürül’ aktığı zamanı düşündüm. En son ne zaman çeşmeden akan suyu zamanın neresinde bıraktığımı hatırlamakta zorluk çektim. Kendimi bildim bileli çeşmeden akan suyun, evin mutfak damının üzerindeki beton depodan olduğunu ve annemin “Amman suyu dikkatli harcayın!” uyarılarından başka bir şey, ne kadar zorlasam da anımsayamadım.
Tartışmaların boyutuyla ilgili konuşmak, ahkâm kesmek benim sanata çarpan yüreğimin heyecanlarını aşar, aklımın içindeki barış tınılarının ritmini bozar. Apaçık ne söylenenler ne de yapılanlarla ilgili “profesyonelce” şikâyetim ve sitemim olabilir. Tıpkı borular döşenirken delinen toprağın tozu dumanı gibi karmakarışık bir sürecin içine çekilmekten endişe duyarım. Bizler Akdenizliyiz. Sevinçlerimiz, acılarımız, öfkelerimiz denizin dalgasına benzer… Aşırıdır.
Heyecanlarımız, dizginlenemez dalgalar gibi döver durur kayalıkları ve yine kendi denizine döner.
Her vuruşta biraz daha eksilir su damlaları,,, Her kayaya çarpışta biraz daha birikir kumların arasına umutları…
Ve geriye döndüğünde, kendi denizindeki suskunluklarıyla dağılır damlalar, kendi iç sularının kıyılarına…
Ve aklıma gelmişken şunu söylemeliyim ki, çok uzun yıllardır “misafiriz” kendi kıyılarımıza, evlerimize, bahçelerimize ve de suyumuza…
Şikâyetim ve sitemim, bugünlere gelmemize katlı koyan her bir siyasi güce ve de yönetimlere…
Ayrım gözetmeden, taraf tutmadan ve fakat “halk tarafımın” hak ve özgürlüklerini koruyarak soruyorum: bugünün müsebbibi kim/kimlerdir?
“Can su”yu ile birlikte, içimde büyüttüğüm ‘Ütopik Ada’ya da bir sorum olacak: “1974’ten sonraki süreçte, bizler, neye ya da nelere sahibiz?”
Sıralayalım mı?
Evler.
Arabalar.
Arsalar.
Eşdeğerler.
Vs vs vs…
Tüm bunlar bir “zenginlik” mi?
“İnsan, ancak maddi şeylerin ötesinde bir şeylere sahipse zengindir.”
Materyalizm, kapitalizm ile tüketim toplumu modeli kalıbı içinde şekillenmek, gerçekten de korkunç bir DÖNÜŞÜM!
Toplumun manevi değerleri üzerinden biri/birileri maddi değerlerin ölçütünde “Barış”tan söz ediyorsa, apaçık, ok yaydan çoktan çıkmış, demektir.
Özlemini çektiğimiz gelecek, gün be gün yeniden inşa edildikçe (yıkıldıkça), eserimizle(!) ne kadar övünsek de azdır, Sevgili Adalılar!
***
Not: Geleceğe inanıyorum ve yazmaya devam edeceğim. Eğer inanmazsam yazamam ve bu Pazar günlerinin bir anlamı da kalmaz! Pazar günlerinin bir anlamı olmalı!