Bir yolda yürüyorum ve sarp bir yamaca tutunur gibi hissediyorum. Gökyüzünü çekseler ayaklarımın altından, yüzüm üzerime düşecek. Denize boşalacak düş’üm...
Dert etmiyorum.
İnsan düşmeyi göze almadan, koşamaz, biliyorum.
Yorgunluk çöküyor omuzlarıma ve arada kalmışlık duygusu iyice ağırlaşıyor.
Kafka’nın Milena’ya sözü geliyor aklıma: “Yorgunum; tek istediğim şey yüzümü kucağına koymak.”
…
Günle gecenin kıyısında gri bir zamanda nefes nefese duruyorum.
Tenle duygunun arasına bir ip germişler, üzerinde yürüyorum.
Dengede durmak yoruyor.
Kalple mantık…
Gözle dudak…
Sözle eylem...
Bakmak dokunmak arasında bir yer…
Kekik kokusu geliyor.
Çenemin çukuruna toplanmış o koku gitmek bilmiyor.
…
“Özgürlük” diyorum!
En fazla da öpüştüğümüz kumsallar.
Çektikçe uzuyor “zaman” böylece…
Peşinden koşuyorum.
Biliyorum, bir yerde yetişeceğim, tutacağım yeniden ve ellerimden maviye yükselecek yeni bir bahar, kuyruğunda rengârenk gülüşleriyle bir uçurtma misali…
Çan seslerinin yankılandığı duvarların bir yarısından, ötekine koşuyorum.
Bölük pörçük kente tutunuyor, dikenli tellere boynunu yaslamış bir sarmaşık.
Tutunuyorum hayata, düşe kalka…
İçimde yeni bir şehir uyanıyor ve git gide daha telaşlı çarpıyor yüreğim…
...
Aklıma yalın ayak çocukluğum geliyor.
O çocukluğa yaslıyorum başımı, kuş tüyü, sımsıcak…
Uykumu bölüyor, unutulmuş bir nöbet kulübesinden yükselen düdük sesi…
Köklerinden sökülmüş bir zeytin ağacı misali gövdem, üzerine birbirinden umarsız harfler kazınmış, sevdaya dair!
Serseri şehrin bölük pörçük gecesinden yıldızları çalıyorlar.
Gökyüzünü çekseler ayaklarımın altından, dans edeceğim!
Eski aşk plaklarının çaldığı yerde…
Titrek bir gövdeye tutunarak…
Yurt dışından genç bir çığlık
Genelde “şikayet” var ve “söylenme…”
Öneri de yok değil!
Sanırım sorun biraz da önerilerin yeterince tartışılmaması…
Böylece gündem “yaygara”ya hapsoluyor.
…
Bir öneri yapmıştım.
Sırf “bedelli hakkı” kazanmak için gençlerimiz, senelerce yurt dışında para harcıyor.
Bu ülkenin “servet”i kaçıyor, aslında kaçırılıyor.
Ya dört sene yurt dışında yaşıyorlar… Ya da hiçbir akademik hedefleri olmadan yüksek lisans, doktora yapıyorlar.
“Bu gençlere bedelli hakkı verelim, buradan elde ettiğimiz gelirle de, Avrupa’da öğrenim görecek başka gençlere, kredi imkanı sunalım” demiştim.
…
Çok sayıda mesaj, telefon, mektup geldi, bu yazıma…
Birisi…
Bir çığlık gibi...
“Cenk bey iyi günler, bedelli askerlik konusuyla ilgili yazınızı okuduktan sonra bu mesajı atma gereği hissettim. Ben 25 yaşında Kıbrıslı bir gencim. Son 7 yıldır yurt dışında yaşıyorum. İlk 4 yıl üniversite eğitimi olması sebebiyle bedelli hakkınız olmuyor. 3 yıldır gerek yüksek lisans yaparak gerek çalışarak askerliğimi ertelettim. Son dönemde işsiz olduğum için Kıbrıs’a döndüm. Ancak artık Kıbrıs’ta yaşamak biz gençler için cazip değil. Öyle ki, yıllık 120 gün hakkımın dolmasına birkaç gün kala ani bir kararla adadan ayrıldım. Şu anda bulunduğum yerde benim gibi uzun süredir yurt dışında yaşayıp bedelli hakkı kazanmaya çalışan gençler var. Kendi yaş grubumdaki birçok gencin önündeki temel sorun maalesef askerlik sorunudur ve birçok genç insan bu sebeple yurt dışında yaşamayı seçmektedir. Yazdıklarınız için bir genç olarak size teşekkür etmek istedim…”
…
BU gençler, bu ülkede üretsinler, bu ülkede yaşasınlar istiyorum...
Çok zor bir hayal mi bu?
POLİ-TİK
Başbakan doğru söyledi, çoğunluk “kendimi nasıl kurtarırım” derdinde...
“Fedakarlık” dendi mi, bir başkasının ne yapması gerektiği anlatılıyor.
Kimse “kendinden” başlamıyor.
...
Bu “dörtlü koalisyon”a güveniyorum.
En fazla da Başbakan’a...
Elbette eleştiriyorum, sorguluyorum, didikliyorum...
Bu benim işim.
Bu benim özgürlüğüm.
Ama güveniyorum.
Ülke yönetiminin tepesinde şu anda temiz insanlar var.
Kültürlü, bilgili, donanımlı insanlar var.
Bunun kıymetini bilmeliyiz.
Şu görüşüm saklı…
“Ne kadar yönetmek şansımız” varsa, bu şartlarda...
O kadar...
Çünkü “yarı sömürge”yiz!
…
Ve şu eksik kalıyor...
Kimi “arı kovanları” var ki, çomak sokmaya korkuluyor, üzerine gidilmiyor.
Örnek mi?
Genç işsizliğin bunca arttığı bir ortamda örneğin kimse “yasa dışı ikinci iş”e ses edemiyor.
Gündeme dahi gelmiyor bu…
İşte o nedenle Kıbrıs sorununda olduğu gibi “KKTC” çıkmazında da şu kavram öne çıkıyor:
“Siyasi cesaret ve kararlılık.”
Tam da buna ihtiyaç var.
Kart da kart!
Bayram için tebrik kartları geldi.
Çok kart!
Üstelik artık kargo şirketi dağıtıyor.
Karta para.
Zarfa para.
Kargoya para.
Niçin?
“Bayramınız kutlu olsun!”
Yapmayınız allah aşkına...
Üç beş fakir çocuk okutursunuz bu paralarla...
O zaman “kutlu” oluyor işte!
Peki o üreticiye ne oldu?
Bir üreticinin üzümü, bir ayda üç kez imha edildi.
Aynı üretici…
Sultani üzüm hepsi…
Ve üç kez, limit üstü kalıntı bulundu 5 ton üzüm çukura döküldü, dozerle ezildi, gömüldü.
Demiştim ki, böylesi üreticileri hastanenin onkoloji bölümüne götürmek gerekiyor, kemoterapi odasına!
Doğrusu, bu öneri fazlaca naif kaldı.
Öylesi cezalar verilmeli ki, her üretici birkaç kez düşünmek zorunda kalmalı, ilaç kullanırken…
…
Şimdi merak ediyoruz, o “üretici”ye ne oldu?
Ne ceza aldı?
Üç kez, üst üste, ürününde limit üstü kalıntı bulundu da ne oldu?