Lapatoz’a (Boğaziçi) 1974 yılında Arnadi (Kuzucuk) köyünden gelen bir grup EOKA-B üyesinin köydeki Kıbrıslıtürkler’i tıpkı Muratağa-Atlılar-Sandallar’da olduğu gibi katletme girişimlerini durduran Lapatoz’un o günlerdeki muhtarı Bay Andreas’la ilgili yazdıklarımı okuyan Lapatozlu Dimitris Dimitriu arıyor beni... “Goççinos” diye biliniyormuş... Biraz Türkçe de biliyor... Yazımı çok beğendiğini, kendisinin de Lapatoz’dan dostluk öyküleri bulunduğunu anlatıyor ve tanıdığı insanların ismini sıralamaya başlıyor...
Başka bir Kıbrıs’tan, bir zamanlar varolan ama artık yok edilmiş olan bir Kıbrıs’tan, eski bir Kıbrıs’tan söz ediyor... Annemlerin, nenemlerin, dedemlerin Kıbrısı’ndan...
Çok yoksul bir ailedenmiş ve hem çalışıp hem okuyormuş – Türkçe olarak “Şişe alırım! Güllü dondurma! Sütlü dondurma!” diyor bana... Dondurma satarken böyle bağırırmış... Ben küçük bir çocukken bizim mahalleden de geçerdi tahta bir arabacığı kaktıran bir adam ve “Şişe alırım!” diye bağırırdı... Biz da koşar, evdeki birkaç şişeyi götürür, birkaç kuruş alırdık... Artık şişe alan da yok, arabacıkta güllü dondurma, sütlü dondurma satan da pek kalmadı, daha modern dondurma arabaları çıktı, tanımadığımız insanlar müzik çalarak dondurma satıyor... Kıbrıs adasına özgü o sevecenlik, o herkesin birbirini tanıdığı, bütün satıcılara “dayı” ya da “teyze” dediğimiz günler çok gerilerde kaldı... Şimdi Kıbrıs’ta her tarafta gösteriş budalası insanlara rastlıyoruz, havalarından geçilmiyor, o adalı olma ruhumuz köreldi, yok oldu... Modern bir tüketim toplumuna dönüştükçe, bir güllü dondurmanın değeri de yitip gitti – artık bütün marketlerdeki buzluklarda her çeşit dondurma var, al, evine götür, ye gitsin! Heyecanla dondurmacıyı ya da salepçiyi beklemek yok artık... Bakkal Ahmet Dayı ya da Bakkal Mazhar Dayı’nın Morris van arabacıklarıyla mahalleye geldiği, vanın arkasını açıp içindeki sebzeleri komşularımızın beğenisine sunduğu, zerzavat ve meyva sattıkları günler de geçip gitti... Artık dev süpermarketlerde arabacıklarla salına salına dolaşıyoruz ve hem bakkal eşyalarımızı, hem sebzemizi, hem meyvamızı, hem etimizi, hem tavuğumuzu, hem de balığımızı tek bir alışveriş merkezinden alabiliyoruz – satıcıların hiçbiri tanıdık değil, bir gülümseme, bir merhabalaşma bile yok. Çünkü bu zavallı satıcı insanlar da günde bilmem kaç saat, çok düşük ücretlere çalıştırılıyorlar ve buralı da değiller ki bizi tanısınlar... Daha iyi bir hayat, daha iyi bir ücret umuduyla buralara sürüklenmiş, bizlerden, bizim özlemlerimizden, bizim yaşanmışlıklarımızdan habersizler, bunlar zaten pek umurlarında da değil çünkü kendi hayat kavgaları kendilerine yetiyor... Herşey çok büyük bir yabancılaşma içinde akıp gidiyor ve biz buna “hayat” diyoruz...
Elmalı şeker bile kalmadı... Okuldayken bir arkadaşımızın babası her sabah kırmızı, yapış yapış şekere bulanmış, bir değneğe tutturulmuş elmalı şekerleri küçük bir tepside satardı... Elmalı şekerin ilk ısırığı hala aklımda: Çıt diye kırılırdı kırmızı şeker ve elmanın ekşimsi tadıyla bu kırmızı şekerin tatlımsı tadı, damağımızda yer ederdi... İkindi vakti Lefkoşa sokaklarından şekerpadem satan ihtiyarcık geçerdi – yaşlılıktan iki kat olmuştu ve bir çocuk arabacığını kaktırarak “Şekerpadeeem! Şekerpadeem!” diye bağırırdı. Biz koşardık ve bize kağıttan bir huni içinde birkaç tane şekerpadem satardı... Şekerpademin tadı da aklımda: Bembeyaz tozumsu bir şekerle kaplı şekerpademlerin şekeri ağzımızda erir ve dağılırdı, kavrulmuş bademin daha sert tadıyla karışarak...
Çocukken hep bu satıcıların yolunu gözlerdik... Kış gecelerinde salepçi gelirdi mahallemize ve elimizde koca bir çay fincanı, koşardık. Salebi doldurur, üstüne bahar ve zencefil serperdi... Salebin tatlı içimine zencefilin keskin sertliği, baharın insanı hapşırtan rayihası karışır, içimiz ısınır, üşümemiz geçer, kendimizi sımsıcak ve mutlu hissederdik, annemle ben... Yoksul bir aileydik ve bir fincan salebi ikimiz paylaşırdık...
Dimitris Goççinos da işte böylesi bir Kıbrıs’ta, çok yoksul bir çocukluğu olduğu için hem çalışarak, hem okuyarak Lapatoz’da, Mağusa’da, Maraş’ta çalışırdı...
İkiz teyzeleri varmış, doğar doğmaz anneleri ölünce, bebek ikizler öksüz kalmışlar...
“Hıfsiye teyzem emzirdi onları” diye anlatıyor... “İkizleri aldı ve onları emzirdi ve böylece ikiz teyzelerim hayatta kaldı...”
Lapatozlu Hıfsiye hanım artık hayatta değilmiş... Buna üzülüyor...
Lapatozlu Ertan’ı hatırlıyor, Lapatozlu Savaş’ı ve Salih’i...
“Eskiden Kıbrıs’ta Türk-Rum yoktu, hepimiz aynıydık....” diyor... O günleri yaşamış olmak insana daha çok hüzün mü verir acaba?
Onunla Larnaka’da, Makenzi bölgesinde buluşuyoruz, bir sahil lokantasında... İnsanlar az ileride plajda güneşleniyor, denize girip çıkıyor... Biz sade yemeğimizi yerken konuşuyoruz... Makenzi’nin Larnaka havaalanına bu kadar yakın olduğunu bilmiyordum... Her 10 dakikada bir uçaklar gelip geçiyor alçaktan ve biz neredeyse yolcuların yüzlerini seçebiliyoruz – uçakların bu kadar yakın uçtuğuna hiç tanık olmamıştım, bu beni heyecanlandırıyor. Canyoldaşıma, “Gelecek yaz mutlaka bu plaja gelelim ve uçakları seyredelim” diyorum...
Dimitris Goççinos’la yaptığımız röportajı yarın yayımlayacağız...