Artık o günlerden eser yok. Kimse hatırlamıyor ve bilmiyor bu yüzyılın başında bu adada düdük öttüren kocamış dünyamızın o en romantik ulaşım araçlarını…
Kim bilir ne zevk almıştı çocuklar vagonun penceresinden yarı bellerine kadar sarkıp trenin en ucunu görmeye çalışırken…
Ne hayaller kurmuşlardı günler süren yolculuklarında gidecekleri yere dair; bomboş arazileri, o uzaklardaki köyleri, inekleri, çobanları izlerken…
Kapkaranlık geceleri yırtan keskin ve asi ve bir o kadar da sihirli düdükleri vardı.
Öttürdü mü düdüğünü, uykuda olanlara yolculuk düşleri gördürür; dağları, upuzun Mesarya’ı aşar, ağaçları, inekleri selamlar, çocuklara el sallarlardı.
* * *
1900’lerin en başlarında (1904) tanışmıştı Kıbrıslılar kapkara dumanlı trenlerle. Asri zamanlar değil, endüstri devriminin ilk etkilerinin yaşandığı günlerdi onlar. Koloni İdaresi’nde İngiliz yüzbaşı Richard, tam beş yıl uğraşmış kara treni adaya getirebilmek için. O günlerin gözde, popüler kasabası Larnaka kaymakamı, her nedense trenin Larnaka’dan kalkmasına izin vermemiş. Yüzbaşı Richard kararlıymış ve ilk tren Mağusa’da öttürmüş keskin düdüğünü… Şimdiki Mağusa Kaza Tapu Dairesi’nin olduğu yerde başlamış hikaye…Muhteşem bir törenle çıkmış tren Mağusa’dan Lefkoşa’ya doğru yola…Bazıları o günlerin bu modern taşıtına “uğursuz, bizi öldürecek” diye bakmış. Baltalar ve nacaklarla saldıranlar bile olmuş…
Tren önce Lefkoşa’da ilk donanımlı istasyonuna kavuşmuş… Tipik koloni mimarisinde sarı taştan, önü sütunlu ve kemerli, tek katlı bir bina… Şimdilerde “PEYAK’ın önü” (Abdi İpekçi Caddesi) diye bilinen yerde kurulmuş ilk istasyon. Öylesine sağlam ve gösterişli ki, hala ayakta eski tren romantizmini çağrıştıran haliyle... Kara trenin Omorfo’ya ulaşabilmesi ise on yılı bulmuş. O günlerin Omorfo’sundaki tren istasyonu, şimdilerde bir iki makiniste mekan olmaya çalışırken, eski şaşalı günlerine ağlıyor.
Ve bir on iki yıl daha sabırla bekleyerek Lefke’ye varmayı da başarmış, şimdilerde hiç hatırlanmayan eski zamanların kara treni… Lefke’de ağır ve çileli bir misyona adanacaktı madenin ve maden işçilerinin taşıyıcısı olarak… Ve Dünya Savaşları günlerinde, askerleri taşıdı öbek öbek oradan oraya… İngiliz kolonilerinden getirilen nice ırktan askere ada içinde taşıyıcılık yaptı…
1950’lerin başlarında ilk olarak yüzyıllar boyu insanlığa hizmet vermiş garutsaların (payton), öküz arabalarının, iki kişilik gabriyoleler’in belediye sınırları içine girmesi yasaklandı. Bu karardan on yıl sonra da Lefkoşa Türk Belediyesi tarafından bu araçlar tümden “yasaklı” olarak ilan edildi… Otomobil dönemine girilmekteydi artık, insanların ulaşım gelenekleri devrim geçirmekteydi…
İşte ayni yıllarda , yani 1951’de keskin düdüklü kara treni de Kıbrıslıların hayatından tümüyle silmeye karar verdiler. Öyle ya hızlı arabaların, freni patlamış kamyonların yanında hiç acele etmeden kendi yolundan hiç çıkmadan, kördüğüm trafikler oluşturmadan, tek yolculu değil onlarca yolcuyla seyahat eden bu eski zaman taşıtı artık adamızdan gönderilmeliydi.
Önce bu karara inat etti kara tren… Kendi raylarını taşıyarak ve toplayarak gitti üç yıl boyunca ve 1953’de modern zamanlara yenildi eski zaman taşıtı keskin düdüklü o kapkara, romantik tren… Ve altını çizmeliyim şu sorunun, üzerinde yürüdüğü kendi raylarını yük vagonunda taşıyan bir başka tren modeli oldu mu şu bizim Kıbrıs’ın dışında?..
* * *
Hani ne desek anlamsız kalır ya; o kadar hızlı yol aldık ki bu yüzyılda, değil anılarımızı, belki de ruhlarımızı unuttuk şu asri zamanlarda… Ben hiç treni yaşamamış bir neslin çocuğu olarak hep treni özler dururum. Gideceğim yere yavaş yavaş, yudum yudum, yolculuğu ve manzaraları sindire sindire, hayal kurarak, içimde büyüterek ulaşmak isterim. Geçtiğim yerlerde izler bırakarak, hatıralar toplayarak…
Hız çağında yaşıyoruz. Her şey o kadar hızlı geçiyor ki; ne işe ne arkadaşlarımıza, ne ailemize, ne çocuğumuza, ne kendimize yeterince vaktimiz kalmıyor. Bütün ilişkiler yarım yamalak, bütün sevgiler bölük pörçük. Aslında galiba sevmeye bile vaktimiz yok.
Ben şu post-modern zamanlarda yaşamasam da trenin romantizmini, eski zamanlarının içinde, o dingin ortamlarında özlüyorum onu.
Uçağı değil; hızı, unutmayı, kaçırmayı kaybetmeyi hiç değil;
treni, yavaşı hatırlamayı ve sevmeyi özlüyorum
(Arşivimden)