Yaşlı gözlerle karşılıyor beni bu kez Marsilya. Uğurlarken ağlamasına alışkınım da, benim heyecanım karşısında pek bir buruk buluyorum bana hazırladığı hoşgeldin merasimini. Yok yok, sevinçten çok uzakta makyajını akıtan gözyaşları. Hüzün akıyor bugün sokaklarda, insan seli yerine. Mevsimi yazda bırakmıştım giderken, takvimi sonbaharda buluyorum. Olsun, bu şehrin her halini ben bir ayrı seviyorum.
Havaalanında başlıyor mersiler, pardonlar, nazikçe gülümsemeler, şakalaşmalar. Meydan görevlileri bir dans tutturuyorlar birden, kalabalık birikiyor hemen etraflarında, izliyor, eğleniyor. Her an her yerinde başka bir süpriz saklı bu şen şakrak, hafif kaçık şehrin. Köşebaşından karşınıza ne çıkacağını asla bilemiyorsunuz, hep meraklanıp duruyorsunuz. Hep de şaşırıp kalıyorsunuz.
Tren garı pek çok insanı bir araya toplamış yine. İzlemekten hiç sıkılmayacağınız bir belgesel tadında, renk renk hayatlar akıp gidiyor. Bir masada iki baba, iki kız çocuğundan oluşan bir aile yemek yiyor. Hemen yanlarında başörtülü bir teyze torununa masal anlatıyor. Dövmeli gençler kaykay üzerinde basamaklardan atlama müsabakasına dalmış, köşede duran piyanoda sarışın bir kız çocuğu ‘Daha dün annemiz’ parçasını çalıyor. Bir hengamedir gidiyor garda, kimse kimsenin yaşamına karışmıyor. Özgürlüklerin sınırları belirlenmiş iyice, saygı duyuyor birbirine her birey, hakkını çiğnemiyor, çiğnetmiyor.
Afişler asılmış geniş terasta, dört günlük bir müzik festivalinin habercisi. Ankara’dan gelen beni iyice sarsıyor festival teması: ‘Ya birbirimizi sevsek?’. Acı bir gülümseme kaplıyor dudaklarımı. Ya diyorum. Ya bir becerebilsek, kimse ölmese farklı olduğu için, ezilmese, iteklenmese...
Dostlarımı düşünüyorum, farklı geçmişlerden, ülkelerden gelen, ortak lisanda birleştiğim bu dünyanın güzel insanlarını. Telefonumu açar açmaz mesajlar tek tek düşmeye başlıyor, ‘Ankara’da bomba patlamış, ulaşamadık, iyi misin?’ diye soruyorlar, farklı dillerde ama hep aynı merak ile. ‘Sevebilsek birbirimizi’ diye tekrarlıyor nemli gözlerim, farklarımıza rağmen sevebilsek? Makyajım Marsilya’nınkinden çok akıyor.
Deniz kokusu yağmurunkine karışıyor, martı çığlıkları ile karşılıyor eski liman beni. Ne kadar özlemişim, bu sesi, bu kokuyu, bu meydanı. Üç ay değil, yıllar geçirmişim sanki her sabah limanın tekneleri ile tek tek selamlaşmadan.
Yine bir kaç eyleme evsahipliği yapıyor koca meydan. Fransızların gösteri düzenleme konusundaki yaratıcılığına özel bir hayranlık besliyorum. Bu kez ne için imza toplanıyor diye yaklaştığım topluluk hemen beni arasına alıp elime bir bildiri tutuşturuyor.
Konu: Gökyüzünde gezen meteroloji uçaklarının havaya saldığı karbonmonoksit miktarı. Kesinlikle azaltılmalı, tabii ki, katılıyorum! Ama biz sevmekte kalmıştık, birbirimizi, olduğumuz gibi. Kabullenmekti en acil konusu bizim coğrafyanın, ‘ötekinin’ yaşam hakkına saygı duymaktı...
Kapımın önünde masalar duruyor yine, yağmur pek etkilememiş bizim sokak halkını. Kocaman şemsiyeler altında Pazar sohbetlerine devam ediyor aileler, çocuklar neşeyle koşuşturuyorlar etrafta. Güz gelmişse gelmiş, ne gam?
Üst komşum karşılıyor beni bina kapısında, hoşgeldin diyor, nerelerdeyin, özlettin! Ben de, diye cevap veriyorum. Özledim, bu şehrin her şeyini, her halini çok özledim. Uzun yıllar geçmiş sanki, yine de herşey aynı gibi.
Bir tuhaf duygu işte, bu eve dönmek dedikleri. Hiç gitmemişin, yine de hep uzakmışsın gibi. Herşey yerli yerinde ama bugün bir başka sanki.
18 Ekim 2015
Marsilya