*** William Dreghorn’un Mağusa ve Salamis adlı kitabından...
Ulus IRKAD
EVLEĞİN İÇERİSİNDE YÜRÜYÜŞ
William Dreghorn’un Mağusa ve Salamis adlı kitabından:
“Mağusa’nın surlarının etrafında yürümek size bir saatten fazla alacaktır, bu kışın oldukça memnuniyet verici olurken yazın dayanılmaz olacaktır. Sadece evlek boyunca gezinmek ve Kara Kapısı’nda dolaşmak ve Canbulat Tabyası’na yürümek yarım saat almaktadır. Burası oldukça yabanidir ve biriyle çok zor buluşabilirsiniz. Dev uzunluğu ve genişliğinden bu yumuşak kireçtaşından olan kayalığı kazmak yüzlerce sene almalıdır. Buralarda kayalıklarda birçok insan yapısı mağaralar var ki bunlar taş güllelerin yapıldığı atelyelerdi veya içerisine sığınılan mağaralardı.
Venedikliler duvarların dışındaki bu mağaraları kullanmışlar mıdır? Bildiğimiz kadarıyla evleğin yukarısındaki zemini temizlemişler ve herhangi bir saldırı sırasında duvarlardan toplarla ateş ederken hedeflerini ortadan kaldırmayı arzulamışlardır. Duvarların dışındaki yerler bugün hala daha kuş uçmaz kervan geçmez yerlerdi. Bu mağaralar çingeneler için ve duvarların içerisine girmeye izin verilmeyen insanlar için ideal olacaktı.”
CANBULAT TABYASI
“Lefkoşa’dan Mağusa’ya gelen anayol, Canbulat Tabyası’nın yanından geçer. Geniş daire şeklinde ve üzerindeki modern deniz feneri göze çarpmaktadır. Bu kulenin dışında, evlek boyunca 1570 yılında Türk topçusu konaklamış ve şehir buradan bombalanmıştı. Birçok kilisenin bu yöne bakan yüzlerinin hasar görmüş olmasının en büyük nedeni budur. Ateşli savaş burada en az bir sene devam etmiş, bir misafirin bugün de görebildiği gibi duvarlar üzerindeki delikler bunun en büyük delilidir. Türkler tabyayı içeriden tahrip etmeye çalıştılar ve gayretlerinin neticeleri hala daha kulenin temelinde görüldüğü şekildedir. Barut kullanılmasına rağmen bu gayret başarısız oldu çünkü duvarların kalınlığı ve yukarıdan savrulan patlayıcılar buna engel oldu. Sığınağın tüm etrafında tarihi define arayıcılığına çıkanlar için mutlu bir ortam vardır. Araba ve toplardan arta kalan birçok demir parçacıkları ile karşılaşabilirsiniz ve pek tabii bir çok gülle ile. Diğer tarafta şehir içerisindeki kısımda Belediye’ye ait müzede savaştan artakalmış bazı eserleri görebilirsiniz. Yanında kahramanlığıyla bu tabyayı zapteden Canbulat Bey’in türbesi vardır. Söylendiğine göre mucizevi bir incir ağacı bu türbenin yanıbaşında bitmiş ve çocuk yapamayan kadınlar bu meyvelerden yedikleri zaman çocuk yapabilmekteydiler.”
DENİZ KAPISI VEYA PORTA DEL MARE
“Deniz Kapısı’nın en iyi manzarası şehir içerisindedir, buraya hemen rıhtımın girişinin karşısından varabilirsiniz. Bu yol Kara Kapısı’ndaki trafik ışıklarında beklemek istemeyen arabalar tarafından çok kullanılmaktadır. Deniz Kapısı, Venedik dönemlerinde, denizle karşı karşıyaydı ve kara kapısı içeriye girilebilecek tek kapıydı. Bugün bile, mimari dizayn alanında birincilik ödülünü alabilir. İtalyan mühendislerinin çirkin bir istihkamı muhteşem bir saray kapısına döndürebildiklerini gösteriyor. Bunu yapan kişi dünyanın en meşhur ressam, heykeltraş ve askeri mühendisi Leonardo da Vinci’ydi. Kayıtlara göre 1481 yılında Kıbrıs’ı ziyaret etmiş, ve bu arada Venediklilere istihkamlarını düzenlerken tavsiyelerde bulunmuştur. Demir Kapı ve portcullis hala daha orijinal pozisyonundadır ve gerçek şu ki bu kapı kullanılmadığından korunmuştur. Kapının yanındaki taş arslan Venedik St Mark arslanı fakat Ortaçağ’da Ortaçağ kapısında duran bir arslandır: Küçük taş obje çok aşınmasına rağmen belki de bir arslan yavrusudur.
TEMPLER VE HOSPİTALİERLERİN İKİZ KİLİSESİ
“Bu iki kilise, yan yana görülüyor ve üzerlerinde hiçbir hasar yoktur çünkü geçmişte bunlar üzerinde restorasyonlar yapılmıştır. Her iki kilise de diğerleriyle kıyaslanırken mimaride zıt tarz içerisindedirler. Templer ve Hospitalyerler, Latin Kilisesi’nin birer koluydular ve Haçlılar döneminde oluşturulmuşlardı. Filistin’den kovulduktan sonra Kıbrıs’a gelmişlerdi. Kıbrıs’taki birkaç köyü onların kurduğu söyleniyordu.
Önemli olarak Ermeni Kilisesi’nin ortaya çıkarılması bu yüzdendir. Yazar 1970 yılında toplumlararası çatışma sürdüğü sırada Mağusa’yı ziyaret etmişti, bu sırada birçok Türk, köylerini terkederek göçmen olarak Mağusa’ya sığınmıştı. Bazı insanlar eski kiliselerin içerisine bile sığınmışlardı ve pek tabii, kilisenin içerisine yerleştiğiniz zaman bütün değerli eşyalarınız sizinle gelecekti. Parçalanmış mobilya parçaları, bisikletler, dikiş makineleri, tavuklar, köpekler, kediler, keçi ve eşekler... Yazarın kendisi bazı küçük çocukları ellerindeki kuş lastikleriyle dini resimlerin üzerine doğru nişan alırken görmüştür! Şükür ki, o dehşetli günler şimdi bitmiştir; toplumlararası huzursuzluk 1974’te bitmiş ve o zamandan beri bu eski kiliseler koruma altına alınarak daha fazla vandalizme uğramamışlar ve Kıbrıs’ın tarihi mirası olarak korunmaktadırlar.
Şimdi de bunu bu kitap yoluyla tekrar özetleyelim. Kendi başınıza bu kiliseleri görmek istiyorsanız muhakkak yanınıza bölgeyi bilen bir de arkadaşınızın dikkatini çekeceğiniz önemli hususlar şunlardır:
Rum ve Latin kiliselerini birbirinden nasıl ayırabiliriz? Venedikliler 1489 yılında Kıbrıs’ı ellerine geçirdikleri zaman, eski kaleleri top istihkamları olarak değiştirmeye ve 1490’da Mağusa tabyalarını tekrar şekillendirmeye başlamışlardı. Tüm bu işler 1550 yılına kadar devam etti.
İlk top tamamıyla ağır bir namludan oluşup tahta tekerlekli bir kütükle hareket ediyordu. Ateşleme çok kabataslak bir işti. Demir veya taş gulleler açık ağızdan yerleştirilir ve bir meşaleyle barut ateşlenirdi. Eğer silahlar tabya veya duvarların içerisinde ateş edilirse çıkacak olan büyük bir sorun teşkil ediyordu ve böylelikle bütün mazgallarda bir de baca bulunuyordu, kara kapısında bunun iyi örneklerini göreceğiz. Gullelerin normal boyutu büyük bir grapefruit kadardı. Kayda değerdir ki, Türklerin dev bir silahı vardı ve 3 ayak kare büyüklüğündeki taş gulleleri savuruyordu. Olabilir, mübalağa, geniş görülebilecek ve Mağusa çevresinde futbol tipinde görüldüğü gibi. Demir hala daha oldukça pahalıydı, ve oldukça cesur askerler geceleyin evleğin karşısına geçip gulleleri tekrar geri taşıyacaklardı.
Geçmiş günlerde uzun duvarların olması gerekli değildi, fakat uzun yokuş rampları yapılıp toplar tabya ve duvarların üzerine çıkarılırdı. Kulelerin en üstünde küçük rampalar bulunuyor, rampalar üzerinde topları aşağıya doğru veya hendeklerin karşısına ateşleme imkanı vardı. Barut dolu fıçılar taşınmalı ve silah mazgallarına güvenli bir şekilde iletilmeliydi. Top istasyonları tüm duvarlara yerleştirilmiş ve üçgen köşeler topların daha kolay ateş edebilmesi için yuvarlak hale getirilmiştir.
Eski yuvarlak kuleler daha sonra top ateşiyle kırılmıştı. Venediklilerin büyük bir mühendislik kabiliyetleri vardı. Eski bir söylemde “Sadece bildiğiniz kadarını görürsünüz” denmektedir...”
*** GEÇMİŞLE YÜZLEŞME KONUSUNDA DÜNYADA NE TÜR SORUNLARLA KARŞILAŞILIYOR?...
Arjantinli aşırı sağcı lider Milei, diktatörlük dönemindeki kayıpları reddetti
Arjantin'de 13 Ağustos'ta yapılan ön seçimlerde en çok oyu alan aşırı sağcı popülist aday Javier Milei, askeri diktatörlük (1976-1983) döneminde 20 bin kişinin kaybolmadığını söyledi.
Anadolu Ajansı’nın aktardığına göre, devlet başkanı adaylarının bir araya geldiği televizyonda konuşan Milei, diktatörlük dönemi boyunca toplamda 8 bin 753 kişinin “kaybolduğunu” belirtti.
Son yıllarda Arjantin'de tartışmalı bir siyasi figür haline gelen Milei, aşırı sağcı görüşleriyle gündemde. 22 Ekim'de yapılacak olan Arjantin Genel Seçimlerini kazanması için öne çıkan isim yine Milei.
“İlgimiz yok”
Hakikat, hafıza ve adalet vizyonuna değer verdiklerini dile getiren Milei, şöyle dedi:
“Gerçekleri konuşmalıyız, tek bakış açısına dayanan tarih görüşüne karşıyız. 70'lerde askeri güçlerin de dahil olduğu bir savaş vardı. Devlet suç işledi ama teröristler aynı zamanda insanları öldürdü, işkence yaptı ve bombalı saldırılarda bulundu."
Milei, kendisine yönelik "faşist" ve "Nazi" denmesine dair ise “Bizim bunlarla hiçbir ilgimiz yok,” dedi.
Kayıplar
Arjantin'de 1976-1983 yılları arasında yaşanan askeri diktatörlük döneminde, binlerce kişi kaybedildi, öldürüldü veya kayboldu.
“Kirli Savaş” olarak adlandırılan diktatörlük döneminde muhalif 20 bin kişinin kaybolduğu ya da öldürüldüğü tahmin ediliyor.
İnsan hakları örgütleri ise bu sayının 30 binden fazla olduğunu belirtiyor. Söz konusu dönemde yaşanan insan hakları ihlalleri şunları içeriyordu:
Zorla kaybedilmeler: Birçok kişi evleri basılarak gözaltına alındı ve daha sonra kaybedildi. Bu kişilere ne olduğuyla ilgili ailelerine ve kamuoyuna bilgi verilmedi.
Gözaltında işkence: Gözaltına alınan kişilere işkence uygulandı. Bu işkenceler çoğunlukla ölümlere veya kalıcı sakatlıklara yol açtı.
Toplu infazlar: Diktatörlük, muhalifleri halkın gözü önünde veya gizlice öldürdü. Bu toplu infazlar genellikle "ölüm uçuşları" olarak adlandırıldı.
İfade ve basın özgürlüğünün kısıtlanması: Gazeteciler ve yazarlar tehdit edildi veya gözaltına alındı.
(BİANET.ORG – 3.10.2023)
*** GEÇMİŞLE YÜZLEŞMEYE DAİR KİTAPLAR...
“Hakikat kundağında kurmaca...”
Eylem Ata GÜLEÇ
Son yıllarda dünya edebiyatında kişisel hafızayla toplumsal hafızanın birbiriyle direkt ilişkili olduğu anlatılar okuyoruz. Annie Ernaux’un “Seneler”i ile Javier Cercas’ın “Sahtekar”ı bu hibrit metinlerin en iyi örneklerinden.
Dünya edebiyatında olduğu gibi ülkemizde de kişisel ve toplumsal ayrımının görünmez olduğu metinler yayımlanıyor. Gökçer Tahincioğlu “Mühür” ve “Kiraz Ağacı”ndan sonra “Sabahattin Ali’yi Ben Öldürdüm” adını verdiği yeni kitabında da kişisel hafızayı toplumsal hafızayla kundaklayarak anlatmayı sürdürüyor.
Toplumsal olayların insanların günlük yaşamında büyük kırılmalar yarattığı bizim ülkemiz gibi ülkelerde kolektif hafızanın edebi verimlerde ortaya çıkmasını sadece yazarın biçimsel tercihi olarak açıklamak zor. Yazma sürecine etki eden bilinçdışı alandan yazarın çekip çıkardıkları yazarın duygu ve düşün dünyasında nelerin bulunduğunun işareti sayılır. O halde yazar farkında olsa da olmasa da içine doğduğu ve deneyimlediği toplumsal koşullar bir şekilde yazarın zihinsel süreçlerinde yer ediyor diyebiliriz.
Taziyesi tutulmamış kayıpların yası bitmez. Mezar yeri bilmeyen sevgilinin, kemikleri bulunamayan oğulun, kim tarafından vurulduğu bilenmeyen ablanın ardından yaşama tutunma çabası sürse de artık hafıza yaralı, ruh huzursuzdur. Kendimizi bildik bileli ülkemizde faili meçhul cinayetler işleniyor. Bunca kayıptan sonra adalet yerini bulmadığı, hakikat gün ışığına çıkmadığı için büyük bir taziye evinde sanki hayatta olmaktan bile utanarak nefes alıp veriyoruz. Tahincioğlu yeni kitabında yaralı hafızasını ve huzursuz ruhunu taziye evinden dışarı atmak isteyen bir gazetecinin yolculuğunu anlatıyor. Gazetecinin, toplumsal hakikat/hafıza için Sabahattin Ali cinayetini çözme girişimi kendi hakikatine ulaşmak için giriştiği içsel süreçle girift bir anlatı sunuyor. Yazarın kendisinin anlatıcıymış gibi okunabildiği kitapta anlatıcının psikolojik atmosferinde birbirine dolanmış iki cinayet öyküsü var. Sabahattin Ali cinayeti ve anlatıcı gazetecinin trafikte zorbalığa maruz kalarak kaza yapan ve zorbalarca yakılarak öldürülen ablası.
Gazeteciyi evinden dışarı, hayata iten bir türlü kurtulamadığı evindeki arsız böcek oluyor. Bir metafor olarak böcek aynı zamanda gazetecinin bedeninde yasa gömülmüş ruhunu da dışarı çıkmaya zorluyor. “Sonra o çıktı karşıma. Saklanma ustası, Allah’ın belası, türdeşlerinden daha uzun, daha çevik, daha gözü pek, nedense daha siyah, daha parlak, daha yapışkan bir hamamböceği evimi ıslak ve huzursuz bir mağaraya çevirdi.”
Beden ruhun eviyse, aslında gazetecinin ruhu için bedeni zaten yıllardır ıslak ve huzursuz bir mağaradır. Böcek yeni bir görme biçimine vesile olarak gazetecinin içinin ıslaklığını, savrukluğunu, yalpalamasını ve huzursuzluğunu fark etmesini sağlıyor. Bu sayede kulağından eksik olmayan fısıltılarla yola çıkıyor. Ablasını kaybettikten yıllar sonra, taşları yerine oturtmak için çabalamaya başladığında kendisine ablasının günlüğünü okuma hakkı veriyor, günlüğü yanına alıyor.
Ve yolculuk başlıyor. Yol boyunca kişisel olanın toplumsal olanla kundaklanması gibi gerçek gerçeküstü durumlarla, hakikat kurmacayla birbirine dolanıyor. Yazar kişisel-toplumsal, gerçek-gerçeküstü, hakikat-kurmaca ayrımlarına meydan okur gibi bu ikilikleri hikâyede pürüzsüzce birbirine ekliyor. Anahtar kilit ilişkisi gibi bütünü görebilmenin ancak ikiliklerin biraradalığıyla mümkün olduğunu, böylelikle anlamın ortaya çıkabileceğini hatta netleşeceğini hissettiriyor. Bu noktada yazar üst kurmacayla belirginleştirmek istediği niyetini –bütünü görmek, anlam arayışı ve ikiliklerin biraradılığı- Sabahattin Ali’nin öykü karakterinin dâhil olduğu gerçeküstü olay örgüleriyle sağlıyor/güçlendiriyor.
Olay örgüsünde gerçeküstü kimi buluşmalar, karşılaşmalar ve konuşmalar gerçekmiş gibi sunuluyor. Romandaki gerçeküstü bu öykümsü parçalar üst kurmacanın taşıyıcı kolonları oluyor. Bu sayede okuma hazzı da yüksek tutuluyor. Gazetecinin araştırma için gittiği yerlerde Sabahattin Ali’nin öykü karakterleriyle karşılaşmasıyla, yazarın ölümünü araştırdığını söylemesiyle ve Sabahattin Ali’yi tanıyıp tanımadıklarını sormasıyla yazar aynı zamanda kendi metnini Sabahattin Ali’nin metinleriyle konuşturmuş oluyor. Şöyle ki; romandaki gazeteci karanlık bir ormanın içinde yürürken Sabahattin Ali’nin bir öykü karakteriyle –Satılmış- aynı adı taşıyan herhangi birisiyle karşılaşabilir. Bu metnin edebi değerinin kendiliğinden yükseleceği anlamına gelmez. Ancak Tahincioğlu romanında gazeteciyi -ve okuru- gerçek Satılmış’la karşılaştırıyor. Gerçek Satılmış Beybaba dediği mahpus arkadaşının cenazesini yakınları almadığı için arkadaşının mezarına su döksün diye üç on kuruşundan ikisini hademeye veren –“Çaydanlık” öyküsünden hatırladığımız- saf bir gençtir. Bu nedenledir ki gazeteciyi ormanda bırakan Satılmış’ın içinin rahat etmeyeceğini, gazetecinin başına bir iş geleceğinden endişelenip geri dönmesini bekleriz. Ve Satılmış okuru yanıltmaz, geri dönüp gazeteciyi yoklar. Çünkü o gerçeküstünün gerçek Satılmış’ıdır. Tıpkı roman boyunca karşımıza çıkacak olan Peşkir Yusuf, Raif Bey’in kızı ve Macide’nin gerçek olduğu gibi. Çünkü “Hayaller gerçektir… En azından bazıları için…”
“Sabahattin Ali’yi Ben Öldürdüm” günümüz edebiyatında epeydir beklediğim bir erkeğin bir kadınla –sevgilisi, eşi, ablası veya annesiyle- yaşadığı deneyimle yüzleşmesi üzerinden başka bir okumaya da imkân sağlıyor. Romandaki gazeteci bir bakıma erkeklik normlarının kadınlarla ilişkilerine verdiği zararı ayna yerine koyup o aynadan kendine bakıyor. Sanırım Tahincioğlu bu romanıyla bir öneride bulunuyor: Erkeklik sözleşmesinin fesh edilmesini öneriyor...
(BİANET.ORG – Eylem Ata Güleç – 30.9.2023)