Geçtiğimiz günlerde sürrealist bir yolculuk yaparak “evvel zaman” içine daldım. Modern binalar, bilumum inşaat ve yolların arasından ve üzeri uçak pisti olacak bir tünelin içinden geçerek adanın güney batısına doğru ilerledim.
Ve sanki ilerledikçe modern dünya ve zaman geride kalıyordu. Doğaya yavaş yavaş askeri gri hükmediyordu.
Ağaçların altında tanklar, namlusu havaya kalkmış toplar savaşın bitmemişliğine tanıklık ediyordu. Çift şeritli yeni yol cılız bir şeride bağlanıyordu.
Uzaklarda beliren terk edilmiş köy evleri bir kerpiç yığınını andırıyordu. Bir zamanlar yağ üreten ve deri işleyen fabrikalar çırılçıplaktı.
Sonunda “evvel zaman” mekanına vardım. Mekanın bir yarısı yaprak döküyordu, öbür yarısı bahar bahçe...
Düzgün yapılı evlerin yanında, yaşanılmayı bekleyen terk edilmiş boş evler...
Mekan, ülkenin insanları gibiydi. Parçalanmış ve çalakalem yamalanmış...
Son model arabalar yolları kaplamıştı. İnsanlar bayram kıyafetleri içinde oraya buraya koşuşturuyordu. Kimi bir tanıdığıyla konuşuyor, kimi bir anıya bağlanıyordu.
Kalabalıktı evvel zaman mekanı, çok kalabalık...
Siyasiler protokoldeki yerlerini almış, şölenin başlamasını bekliyordu.
Birbirleriyle uzun zamandır görüşemeyenler hasret gideriyordu. Deniz aşırı yerlerden gelenler de vardı...
Mekanın sokaklarından Rumca sesler de yükseliyordu. Fakat mekanın çok iyi aşina olduğu Rumca seslerden farklıydı bu sesler. En son 1963 sonunda oraya gidebilen Rumlar, namını çok duydukları “evvel zaman” mekanına ilk defa şimdi gidebiliyorlardı ve belli ki bazıları bu fırsatı kaçırmak istememişti.
Zar zor ilerleyerek arabamı tenha bir yamaca park ettim. Ve arabadan iner inmez renkli ve gürültülü şölen sahnesi yavaş yavaş sessizleşerek kayboldu ve yerine başka görüntüler, başka sesler geldi.
İlk “Merhaba/Yasu” dediğim ak saçlı ak bıyıklı kişi evinde Rumları ağırlıyordu. Birdenbire gözümde siyah saçları ve kalın siyah bıyığıyla canlandı.
Evvel zaman mekanı “evvel zaman” mekanı olmadan, oraya kitaplar getirmiş, Ruhi Su şarkılarıyla Nazım Hikmet şiirleri sokmuştu. Ondan “komünist” diye bahsediliyordu. Bizi bu sözcükle tanıştıranlardan biri oydu...
Yaptığı iş çok zordu. Çünkü oralarda komünistleri sevmezlerdi. Nitekim “son komünisti” de zaten 1965 yılında oralarda öldürmüşlerdi.
Hemen yan tarafta, şimdi milliyetçi bir partinin lokali olan bina “Hippi Pavyonumuzdu”. Orada toplanır “devrimci” şarkılar dinlerdik. En çok da Cem Karaca’nın “Doğu Batı, Gavur Müslüm Bir Bana” şarkısını... Ta ki, Paşa bir gün gelip bizi sille tokat dışarı atıncaya kadar...
Az ileride dolaşan birini gördüm. “Kandır çocuğu Taksim istesin” cümlesini en fazla o kullanıyordu. Bu cümle yasaklı cümlelerden biriydi...
Biz delikanlılar bir şey anlamasak da bunun bir haylazlık cümlesi olduğunu seziyor ve bu da hoşumuza gidiyordu.
Şölenin orta yerinde tekerlekli sandalyede görkemle oturan ve geniş ailesi tarafından özenle gezdirilen amca, bir zamanlar mekanın “enformasyon bürosuydu”.
Kısa dalgadan BBC radyosunu dinler, en son haberleri mekanın ahalisine aktarırdı. Rumlar onu esir alınca, yolda durdurulan iki otobüs dolusu Rum rehin alınmış, BBC’imizi bırakana kadar da serbest bırakılmamıştı...
Bugün anı yolculuğu için o da oradaydı...
Bir kahve içip soluklanalım derken, Londra’dan gelen işçi abimizle karşılaştık. Her zamanki gibi asil, her zamanki gibi pırıl-pırıl...
“Evvel zaman” mekanı yine yapacağını yaptı. Sohbet koyulaştıkça evvel zaman hikayeleri baskın olmaya başladı.
Evet, o mekanın büyüsüydü bu... Sizi içine alır ve kendi zamanına götürür ve böylece eskide bırakılmış olmasının intikamını alır...
1958 kuşağından olan işçi abimiz anlatmaya başlıyor...
“Fazıl Önder’i vurduklarında oradaydım. Kurşun isabet etmeyince, Fazıl’ı arkadan hançerlediler. Yüz üstü yere yatmıştı. Yaşıyordu. Gözleri gözlerime bakıyordu. Etrafı polislerle çevrildiğinden hiçbir şey yapamıyordum. Onu hemen hastaneye götürselerdi yaşayacaktı. Ama götürmediler... Bir landrovere attılar ve kan kaybından ölene kadar dolaştırdılar. Kim bilir, belki de sırtındaki hançerin üzerine ayaklarıyla bastılar ölsün diye...”
Oradan kalktığımda zamanın derinliklerinde kaybolduğumu hissettim. Arabayı Rum tarafına doğru sürmeye başladım. Her şey o kadar eskisi gibiydi ki, sanki, eskiden olduğu gibi şuracıktan komşu Rum köyüne gidebilecektim...
Ta ki, makineli tüfekleriyle koşarak yolu kesen askerler beni şimdiki zamana uyandırana kadar...
“Yassahtır Abi, gidemezsiniz!”
Direksiyonu çevirdim ve 2017 yılının gerçeklerine döndüm...
“Evvel zaman” mekanı hala bir savaş mekanıydı, tıpkı bütün adanın olduğu gibi...