Bilmediğim ülkelerde, bilmediğim insanlarda ve bilmediğin bir kendimde kaybolmanın ürkütücü olduğu kadar zenginleştirici bir yanı da olmuştur hep benim için. Beni şiire dair büyülü bir ana taşıyan bu iç yalnızlık olmuştur çoğu zaman. Hiçbir yere bağlı olmadan gezip duran, kendince keşiflerde bulunan entelektüel bir aylaklık halini anlatan “flanör” kavramından söz edecektim ki bu Fransızca tanımın eril olduğunu ve aslında bir erkeği işaret ettiğini fark ettim.
Kadınların yalnızlığı daha çok da bir ev içi yalnızlığı, dört duvar arası bir yalnızlık olmuş, sokaklar yalnız kadınlar için tehlikeli olagelmiş hep.” Flaneuse” olmak o kadar da mümkün olmamış yani.
“Daha yalnız olunurdu/ Olmasaydı Yalnızlık”. Ev içi yalnızlıklarının şair kraliçesi Emily Dickinson’un bu dizelerinde anlattığı türden bir yalnızlık insanın kendi iç sesiyle geçirdiği dingin bir zaman aslında.
Vicdanın ve belleğin ağrıyan bir dişken uyuşup uykuya daldığı, bir uzaklaşıp kaybolma ama bir o kadar da yeniden keşfedip bulma halini, yaratıcı bir yalnızlığı özlüyorum son sıralar. Günümüzde teknolojinin olanaksız kıldığı bir duruma dönüşmüş bu. Her an her yerde olup her an her yerden haber alabilme olanağımız var. Kaybolmak pek de mümkün görünmüyor. Sabahın erken saatleri eşsiz bu yüzden… Bu yazıyı da Kıbrıs’ın bir ucundan böyle bir saatte yazıyorum zaten. Dalgaların sesi ve günün ilk ışıklarıyla baş başayım şu an.
Doğrusu bu küçük motelde yazı yazmak için sabah erkenden kalkıp masanın başına geçtiğim an ne yazacağıma tam da karar vermemiştim. Aklıma ilk gelenin yalnızlık olması biraz da unutmaya başladığım o ruh haline duyduğum özlem olmalı.
Yalnızlık aslında içinde kendini yalanlayan bir kavuşma, bir başka insanla derin bir buluşma arzusunu barındıran bir haldir benim için. Bu arzunun varlığı ve yaşanan andaki olanaksızlığı içimdeki müziğin tellerini hareketlendirir ve yaratıcılığı tetikler. İç tırmalayan, insanın dengesini bozup sabırsız bir ağrıyla kuşatan, hayıflanmayla yaşanan bir yalnızlıktan söz etmiyorum. Rıza gösterilmiş bir teklik hali benim kast ettiğim. Bir dinginlik alanı… İçin için kaynıyor, arada tanımsız bir iç çekişe dönüşüyor olsa da. Dünyanın uçsuz bucaksızlığının hayattaki olasılıkların sonsuzluğunun ayırdına varmaya, anın, mekânın, güncelin, başka insanların kafa karıştıran enerjisinin tutsaklığından kurtulmaya yardımcı olan bu yalnızlık, yaratıcılığa çevirir rotasını. Yaratıcılık ise en güzel, en çoğul buluşmayı getirir başkalarıyla. Yaratılanla yaşanır kavuşma.
Günümüzde bir algı yönetimi, bir pazarlama taktiği düzlemiyle ilişkilenen “edebiyat” yalnızlığa dokunmaktan çok onu analiz edip ondan istifade etmeye çalışan bir alan haline getirilmeye çalışılıyor. Okuru cezbetmek önemli olan. Derinliksiz ve kolay kavranır bir yazının popülerleşmesi çok olanaklı. Zamanın haline de benziyor zaten bu… Her şeyin kolayca tüketilip atılmak üzere tasarlandığı bir yer artık dünya çünkü. Günümüzün bazı romanlarıyla yaşanan derin bir aşktan çok bir gecelik ilişki gibi. Kısa süreli bir haz deneyimi. Âlemin kralı reklamcılar ve pazarlamacılar artık. Edebiyatı dahi esir almaya çalışıyorlar bir biçimde. Bir kar ve kazanç alanına dönüştürülen yazı ruhları da kapitalist pazara çıkarmış durumda.
Yalnızlık dünyanın en kötü hali, en istenilmeyen olarak görünüyor ya pazara sürülen de onunla uğraşmaya, onun verdiği acıyı dindirip kar etmeye çalışıyor. Tıpkı elektronik iletişim araçları gibi. Yalnızlığa karşı örgütlenmiş bir pazar bu.
Oysa en büyük yalnızlık, Yalnızlığın olmadığı yerde yaşanandır. Yalnızlık insanın parçası olduğu evreni içinde hissedebildiği, onunla bütünleşebildiği andır çünkü. Varoluşun sarsıcı bilincidir. Derine doğru bakan bir bakışsızlık halidir. Yalnızlık derinde olabilmek, güçlü anlamı aramaktır.
Şimdi ben ve ayakucumdaki mırıl mırıl kedicik bu muhteşem manzara önünde, güneşin ışıklarına karşı şükran ve huzurla dolabiliyorsak bunu yalnızlığa borçluyuz biraz da. Yalnızlık özgürlüktür bir anlamda.