Sağ cenah, “Kıbrıs Cumhuriyeti” yerine “GKRY” deyip demediğine bakarak bilim insanlarını sınıflandırmaya çalışıyor. “Kuzey Kıbrıs” demek suçmuş. “KKTC” demeliymişiz. Solda ise “Türkiye’nin kötü emellerini deşifre etmek”, bilinçli ve muteber sayılmak için bir koşul gibi algılanıyor zaman zaman. Sağımız da solumuz da insanımıza, “rüştünü ispatla” diyor kısacası. “Bölünmüşlük paradigmasına göre kendini ifade et”... “Türkiye’yi ötekileştir”...
Bu zihniyetler bizi geleceğe taşıyamaz. Dünyanın seyrine ayak uyduramayan ve eski paradigmaların kıskacından kurtulamayan bizler, ciddi bir edilgenlik haliyle karşı karşıyayız...
Toplumsal çıkarlarımızı gözetmekse gerçek niyetimiz, istikrarı ve çok boyutlu bütünleşmeyi öngören toplumlar ailesine ait hissetmeliyiz kendimizi. Ekonomimizi bilgi üretimi, kullanımı ve yönetimine dayalı olacak şekilde dönüştürmeli, standartlara kavuşturmalıyız. Bu kuşakta ulusal menfaatler, sınırlar ve egemenlik gibi konular önem kaybetmekte hızla. Siyaset, sağlıklı bir ekonominin teminatı olmakta öncelikle...
Şu veya bu nedenle, “bu kuşak bize ters” diyorsak eğer, diğer iki alternatife göz atalım.
İkinci kuşakta, yeni sanayileşmekte olan ülkeler var. Ekonomilerinin temelini geleneksel sanayi üretimi oluşturmakta... Birinci kuşak ile bütünleşmeyi savunanlarla ekonomik milliyetçiliği savunanlar arasındaki tartışmalar siyasete damgasını vurmakta, demokrasiden uzaklaşma eğilimleri gözlemlenmekte, egemenlik ciddiyetle savunulmaktadır bu ülkelerde. Bizim bu kuşağa ait olmamız zaten mümkün değil çünkü sanayi üretimiyle ayakta kalmamız söz konusu olamaz içinde bulunduğumuz koşullarda.
Üçüncü bir kuşak daha var dünyamızda. Bu ülkelerde ekonomik durgunluk, kötü yönetim ve şiddet yoğun şekilde yaşanmakta... Kayıt dışı ekonomi almış başını gitmekte. Dış yardım yoluyla küresel ekonomiye bağlanma söz konusu ancak nüfusun çok küçük bir bölümü bundan fayda sağlamakta. Demokrasiye ulaşma çabaları genellikle başarısızlığa uğramakta. Beyin göçü yaşanmakta, devletin etkinliği, egemenliği sözde kalmakta...
Bizim siyasi yapılanmamız üçüncü kuşakla; mikrofona yakın olanların ideolojik yaklaşımları ise büyük oranda ikinci kuşakla örtüşmektedir. Toplumun geneli ise tam olarak ne istediğini siyaseten ortaya koyamamaktadır. Günlük kısır çekişmeleri ve kısa dönemli bakış açılarını aşıp toplumsal menfaat ve gereksinimlerimizi küresel akımlarla bağdaştırabilmeliyiz. Uzun vadeli uygulanabilir stratejilerle bezenmiş bir toplumsal vizyona ihtiyacımız her geçen gün daha da artmaktadır. Pek çok toplum, 21. yüzyılın koşullarına uyum sağlamak adına bu yolu tercih etmektedir...
Biz bunu yapamadığımız için Türk Dışişleri’nin pişirip kotardığı bir Kıta Sahanlığı Sınırlandırma Anlaşması’nın edilgen tarafı olarak hâlâ daha bu anlaşmanın ne anlama geldiğini anlamaya çalışıyoruz. Bu ezikliği Kıbrıs Türk halkına yaşatanların bu topluma verecek hiçbir şeyleri kalmamıştır. Ne Avrupa Birliği’ne, ne Ankara’ya, ne Güney Lefkoşa’ya, ne de ihtirasları aklın önüne geçmiş siyasetçilere teslim edebiliriz geleceğimizi!
Hedefimiz, toplumumuzu yeniliklere açacak özgürlükçü, esnek, yaratıcı, bilgi ve deneyime önem veren, güçlü bir siyasi iktidar yapılanması olmalıdır. Akıl ve bilim ışığında bugününden haberdar ve geleceğe umutla bakan, özgüveni yüksek insanların etkinliğine ihtiyacımız vardır. Özel sektörün ve sivil toplumun lokomotif rol üstleneceği, tekelleşmenin yerine adil rekabetin yerleştirileceği, güçlü sosyal politikalar öngören bir sisteme geçişi sağlamalıyız kısa sürede.
Tüm bunlar toplamda ezikliğimize son verecek yegâne araçlardır. Federalizm bir ezber olmaktan çıkacak, temel kültürümüze dönüşecektir o zaman. Bu hedefler ete kemiğe büründükçe, Türkiye başta olmak üzere, çevremizle ilişkilerimizdeki konumumuz sağlamlaşacaktır. “Niye GKRY değil de Kıbrıs Cumhuriyeti diyorsun?” diye soranlar veyahut sol siyaseti anti-Türkiyeciliğe hapsetmeye çalışanlar bu topluma iyilik etmiyorlar.
“Gün doğmadan neler doğar” diyerek inatla küresel ve bölgesel değişimleri işlemek, ahlâklı bir tercih olarak karşımızda durmaktadır...