Dünyada yükselen muhalif bir hareket var. Tahrir, Atina, New York, Londra, Şili ve daha birçok dalga ile mevcut dünya düzeninin duvarları dövülüyor. Yeni bir ‘68 kuşağı mı? Bence ondan da fazlası ama; en az geçmiştekiler kadar yaratıcı ve inatçı olduğu kesin. Bu hareketin belirli özellikleri var. Örneğin klasik örgütlenme araçları olan parti, dernek, sendika gibi kurumlar üzerinde yoğunlaşan bir örgütlenme söz konusu değil. Neo-liberal düzenin içerisinde örgütsüz, genellikle a-politik, zamansız, kuvvetle muhtemel ruhsuz yaşayan(!), çalışan, çalıştırılan kitleler, bu koşullarda sıkıştırıldıkları tek mecra üzerinden örgütleniyorlar: Sosyal medya. Özellikle; kişisel bilgilerin elde edilmesinde, yönetenler için son derece işlevsel olan Facebook’un ve yeğeni Twitter’in muhalif hareketlerin örgütlenmesindeki payı büyük. Peki; biz, bu hareketin neresindeyiz? Neresinde olmalıyız?
Gezegenimizin mutlak(!), tartışılamaz(!), eleştirilemez(!) ve dokunulamaz(!) ekonomik kuramı serbest piyasa ekonomisinin, ekonomik aklının en keskin olduğu mekan olan Amerika Birleşik Devletleri’ndeki Wall Street işgalini başlatan grubu ele alalım. Grubun ismi “Adbusters”. Kuruluş hikayesi ise şöyle: Kanada’da odun ve kereste endüstrisi alanında faaliyet gösteren bir şirket, karşı karşıya kaldığı çevreci baskılar karşısında bir televizyon reklamı hazırlıyor ve reklamda, kesilen ormanların yerine hazırlanacak yeni yeşil alanlar, oralarda mutlu mutlu koşan çocukların görüntüsü aracılığıyla idealize ediliyor. Adbusters aktivistleri kurulacak olan yeşil alanların, yok edilecek ormanların yerini tutmayacağını anlatan bir karşı-reklam filmi hazırlıyorlar ve aynı kanalda parasıyla yayınlanması için başvuruda bulunuyorlar. İlgili televizyon kanalı, Adbusters’ın hazırladığı reklamın yayına uygun olmadığına karar veriyor ve reklamı yayınlamıyor. Bunun üzerine Adbusters grubu, parasını vermiş olmalarına karşın reklamlarının yayınlanamaması üzerine şu çarpıcı tespiti yapıyor: “Günümüzde iletişim mecraları, vatandaşlara değil, şirketlere hizmet ediyor!” Bu tespite paralel olarak bir alternatif medya organizasyonu olarak Adbusters kuruluyor ve bu serüven Wall Street işgaline kadar gelip dayanıyor. Adbusters’ı incelediğimiz zaman, bizim memleketteki duyarlılıklardan çok daha farklı bir duyarlılık ve yöntem söz konusu olduğunu görebiliyoruz. Bizim memlekette her konuda fanatizm söz konusu, ancak fanatizmin en az olduğu konu çevre. Bu ülkeye “çevre militanları” gerekiyor ve üstelik bu gereklilik son derece acil. Tabi; bu mesele memleketin tek acil gerekliliği midir? Elbette ki hayır. Bu maalesef binlerce acil gereklilikten sadece biridir. Bir yerde binlerce acil gereklilik olduğu durumda ise aciliyette ve ciddiyette de maalesef bir anlam kayması yaşanmaktadır ama veciz biçimde söylendiği üzere: “Anlam arayışına giden yol, anlamsızlıktan geçer!”
GDO’LU DEMOKRASİ
Gezegenimizi saran halk hareketlerinin geçmiştekilere kıyasla en önemli farklarından biri, kimsenin hareketler içinde “birey olma hakkı”ndan feragat etmiyor olmasıdır. Herkesin bir profil sayfası ve buna paralel farklı bireylerle paylaşımları mevcuttur. Bu örgütlülük; birey olma özelliğinden vazgeçmeyen bireylerin, gönüllü kollektif hareketinden doğmaktadır. Çağımızın cemaat-i protestleri, geçmişin “polit bürocu” yaklaşımlarından farklı olarak sınıfsız bir toplum yaratma hedefiyle yola çıkıp, yeni sınıflar yaratmak gibi bir hataya da düşmemektedirler. Liberal burjuva demokrasilerinin, özellikle Orta Doğu’da, bol keseden(!) taahhüt ettiği özgürlük ve demokrasi, kendi ülkelerindeki kitleler tarafından genetiği ile oynanmamış şekilde talep edilmektedir. Şirketlerin; devleti, hukuku ve tüm iletişimi yönettiği GDO’lu (Genetiği Değiştirilmiş Organizma) demokrasi yerine, insanın özne olduğu, özgür olduğu organik demokrasi talep edilmektedir. “Dünyanın tüm işçileri birleşin!” diyen Karl Marx’ı, işçi sınıfı şu ana kadar haklı çıkaramamış olsa da şirketler bu öngörüyü harfiyen ve adım adım gerçekleştirmektedir. Dünyayı uluslararası şirketlerin yönettiği günümüzde, bu yönetimin mağdurlarının da ister istemez bir dayanışma içinde olması kaçınılmazdır. Yunanistan’da işsiz kalan bir genç ile İtalya’da, İspanya’da, Türkiye’de ya da Kıbrıs’ta işsiz kalan bir gencin mağduriyet sebepleri ve empati düzeyleri birbirinden çok uzak değildir. Küresel olan ile yerel olanın birbirine karıştığı günümüzde, dünyanın herhangi bir ülkesinde olan kötü olaylara bakıp da “Beni sokmayan yılan bin yıl yaşasın!” demek sadece kendi kendini kandırmaktır. Bir dönemin meşhur milliyetçi BRT terminolojisi ile ifade edersek “Rum-Yunan ikilisi!”nin içine düştüğü ekonomik krize bakıp da milliyetçi bir nispet yapıp sevinmek mümkün müdür? Avrupa Birliği’nin yaşayacağı büyük bir krizin, Çin ekonomisini bile zora sokacağı düşünülürse, kesinlikle hayır... Her koyunun kendi bacağından asıldığı yüzyıl geride kalmıştır. Tüm koyunlar artık tek bir iple asılmakta ve biri gittiği zaman domino etkisi de kaçınılmaz olmaktadır.
“E PEKİ NE OLACAK BU MEMLEKETİN HALİ?”
Ülkemizde en fazla sayıda ve en aktif üyeye sahip kurum siyasi partiler ya da sendikalar değildir. Tartışmasız Facebook’tur. Hiçbir partide ya da sendikada, tüm üyelerin her gün kurum binasında en 15 dakikasını geçirmesi söz konusu değil. Hiçbir kurum aracılığıyla, üyeler bu kadar fazla paylaşımda bulunmuyor. Oysa Facebook böyle bir kurum ve artık bizim ülkemizin de en güçlü kurumlarından biri haline geldi. Herhangi bir halk hareketinin Facebook ayağı olmaksızın yürütülmesi artık burada da pek mümkün değil. Tahrir’in, Wall Street’in araçları bizde de mevcut. Araçlar aynı ise amaçları sorgulamak kalıyor geriye ve o meşhur soru: “E peki ne olacak bu memleketin hali?”. Bu soruya bir türlü tatmin edici bir cevap bulunamamasının sebebi, galiba sorunun yanlış soruluyor olmasında gizlidir. En azından artık 2012’de ve sonrasında doğru soru: “Ne olacak bu gezegenin hali?” olmalıdır ve doğru soruyu sormayanlar, doğru cevaplar bulamayacaktır.