Bizim gibi toplumların en büyük sıkıntılarının başında ekonomi gelmektedir. Bunun elbette çeşitli nedenleri var. Savaş hali, dünyaya açılamamak, siyasi engeller ve elbette evimizin içi, yani bizi idare eden hükümetlerin kimi başarısızlıkları. Sonuçta bir bakıyoruz ki 71 yıl öncesi sıkıntılarımız da aynı. Gerçi o yıllarda daha ne Kıbrıs Cumhuriyeti, ne de ardından Otonom-KTFD-KKTC kurulmuştu. Yani bugünün anlayışıyla “hükümet” eden yoktu. O yıllarda toplumun muhatabı; “Cemaat Meclisi” idi.
Fazıl Önder, 21 Ağustos 1949 tarihli köşeyazısında, toplumun sıkıntılarını ve en sonunda da “görgü kurallarını” ele alıyor.
“21 Ağustos 1949-syf:3,Hür Söz
Pazar Sohbeti-Fazıl Önder
Fertlerin İstediği-Ailelerin İstediği-Türk Cemaatının Eksiklikleri-Muaşeretsizlik!..
Fertlerin İstediği:
Öyle bir devirde bulunuyoruz ki, ne ferdin, ne ailenin ve ne de Cemaatın eksiklikleri bir türlü bitip tükenmiyor. Bugün bir zengine, bir orta halliye ve bir fakire ayrı ayrı, isteklerini soracak olursak, talepleri, birbirinden farklı olmakla beraber her biri, seviyesi nisbetinde ayni şeyi istiyecektir. Misal olarak “şimdiki ahvâl tahtinde mâkul sayılabilecek” şu üç isteği gösterebiliriz. Var olmak! Yaşamak! Geçinmek...
Bunu maddî yönden mütalâa edecek olursak, isteklerin yine bir merkezde toplanacağını ve yalnız paraya dayanacağını göreceğiz. Tıpkı Napolyon’un; “Para! Para! Para!...” dediği gibi.
Ailelerin İstediği:
Aile hayatının yaşama şartları, fertlerinkine nisbetle şüphesiz ki daha külfetlidir. Bilhassa mesken (ev), ailenin en önemli ihtiyacıdır. Fakat, bu böyle olmakla beraber mesken derdi içinde kıvranan aileler çoktur. Bu, daha ziyade fakirlere mahsus bir derttir. Yarı ömrünü gayrî sıhhi kulübelerde geçiren ailelerin en büyük dileği: bir haneye sahip olmaktır.
Türk Cemaatının Eksiklikleri:
Gazetemizin sütun sahipleri arkadaşlar, Cemaatımızın eksikliklerine temasla: Halkevi, Kütüphane, Sinemahane, stadyum yapılması için, zaman zaman gayret sarfetmekte ve dolayısıyle zenginlerimizi ve kurumlarımızı bu hayırlı işlere teşvik etmektedirler.
Her ne kadar eksikliklerimiz bunlardan ibaret değilse de, bunlar ana ihtiyaçlarımız olduğu “fakat maalesef, bunca yıldır birine bile başlanamadığı” için, diğerlerini sayıp dökmeyi şimdilik fuzuli buluyoruz.
Muaşeretsizlik:
Evvelki hafta Ankara radyosunundan: “Haftanın Posya Kutusu”nu dinliyordum. Ana yurdun muhtelif il ve ilçelerinden gönderilen: şikâyetler, dilekler önce okunuyor, sonra da vazıh ve duygudaşlı bir şekilde cevaplandırılıyordu. Simgesi (rumuz) pek hatırımda kalmıyan İstanbul’lu birisinin, ‘adabımuhaşerete dair şu şikâyetini de dinlemiştim:
“Sinema ve tiyatro gibi umumî eğlence yerlerine bazı bayanların şapkalı gitmeleri ve şapkalarını çıkarmadan temsili seyretmeleri birçoklarının rahatını kaçırmaktadır. Hattâ, bazan uçları birbirine karışan şapkalardan bir gözlük yer bile bulmak meseledir. Bir çoklarının rahatını kaçıran bu gibi hareketler için yurdumuzda bir kanun var mı?”
Bizde şapkasızlık moda olduğu için bu gibi hallere tesadüf edilmez. Lâkin bizde de bazı çiftlerin baş başa, saç saça vererek, temsil veya film seyrettikleri her zaman görülmektedir.
Bundan başka bazı ebeveyinlerin de, çocuklarını iki sandalyenin ara yerinde durdurarak, arkadakilerin rahatını kaçırdıklarına daima tesadüf edilmektedir.
Evet; herkes hareketlerinde serbesttir. Serbesttir ama nihayet bunun da bir hududu vardır. Yukarıda gösterilen kusurlar her ne kadar hükûmet kanunlarının dışında bulunuyorsa da, medeniyet ve âdabı muaşeret kurallarına hiçbir suretle uygun değildir. Böyle hareketler âdabımuhaşerette kusurdur. Bunu kulaklarımıza küpe etmeli ve muhaşeretsizlikten vaz geçmeliyiz.”
Kahveye zaman zaman nohut, kuru bakla katıldığını duymuşuzdur. Özellikle kıtlık dönemlerinde –ki 2. Dünya Savaşı yıllarından çok bahsedilir- kahvenin azlığında ya da yokluğunda nohut ve kuru baklanın bu görevi üstlendiği, yazılır anlatılır. Fazıl Önder de bu yazısında hem o kahve kıtlık dönemi hakkında bizlere bilgi verir, hem de bir alıntı yaprak kahvenin tarihçesini okura aktarır. Köşeyazısı içerisinde yer alan bir diğer başlık; “bu büyük kapı da kapandı”da ise, geçim sıkıntısı yaşanan evlerde kadın-erkek ilşkisine bir nebze de olsa değiniyor.
“28 Ağustos 1949-syf:1,Hür Söz
Pazar Sohbeti-Fazıl Önder
Kahvesi Gibi Aziz... Telvesi Gibi Zengin... Bu Büyük Kapı da Kapandı.
Kahvesi Gibi Aziz... Telvesi Gibi Zengin:
Adamızdaki kahve istokunun azalması, siparişlerin de bir türlü vasıl olmaması, tiryakileri ve dolayısıyle kahvecileri endişeye düşürmüştür!.. İhtiyatlı davranmayı bilen kahveciler hemen, ellerindeki kahveyi idareimaslahat etmeğe başlamışlar ve bunun neticesi olarak kahvelere, arpa, bakla veya nohut katmışlardır.
Bugünkü gazetemizde okuyacağınız veçhile, beklenilen kahve miktarı adamıza vasıl olmuştur. Yoksa arpalı ve baklalı kahve içe içe, mide fesadından halimiz kimbilir nereye varacaktı!
Kaşifi keçiler olduğu söylenen bu nebatın taneleri kavrulunca neler olurmuş, neler!... Şimdi size “amatör” dergisinin bir yaprağını takdim ediyorum:
‘Kahveyi Keçiler Keşfetti’
“Kahvenin vatanının Habeşistan’ın Kaf eyaleti olduğu söylenir ve bu nebatın Habeşli bir çoban tarafından keşfolunduğu rivayet edilir. Bu çobanın otlatmakta olduğu keçiler, muayyen fundalığa girdikten sonra daha hareketli, daha canlı ve çevik bir hal alır ve zavallı çobanı güneşin altında terletir dururlarmış. Nihayet çoban, dikkat ede ede, keçilerinin muayyen bir nebatın yapraklarını yedikten sonra bu hale geldiklerini anlamış. Ayni nebatın yaprak ve meyvalarını kendisi de deneyince kahve keşfedilmiş!.. Avrupalı hekimlere göre, günde dört, beş fincan kahve içmek vücuda asla zararlı değildir. Bilâkis: sabah kahvesi deverana, tansiyona ve kalbe tesir ederek vücudun tamamen uyanmasına sebep olur ve böbrekleri faaliyete geçirerek geceleyin vücudda hasıl olan zehirlerin atılmasına yardım eder. Öğle yemeğinden sonra bir kahve mideye ve bağırsaklara tesir ederek hazım faaliyetlerini kolaylaştırır. İkindi zamanında bir kahve yorulan adalelere tesir eder, vücuda canlılık verir, adale çalışma kabiliyetini arttırır. Gece içilen bir fincan kahve ise, artık adale faaliyetini bırakmış olan uzviyetin tahlil, düşünce ve münakaşa kabiliyetlerini arttırır.”
Gördünüz ya ne büyük hususiyetleri varmış bu keçi yemişinin?.. Eski insanların bir kahve ikramına karşı: “Kahvesi gibi aziz... Telvesi gibi zengin!..” temennisinde bulunuşları tevekkeli değilmiş meğer!..
Bu Büyük Kapı da kapandı:
Bu, hani kadınlık için bir felaketti ya... Fakat biçare erkekler ne yapsınlar? Bahusus evli olanlar... Haftalarca, aylarca işsiz kalmak felâketine düçar olunca, zaruri olarak bakkallar dolandırmaya, ahbablar kandırmaya başlar ve nihayet batakçı formasını giyer, bundan sonra eve büsbütün eli boş gitmeğe başlar... Bu vaki olunca evdeki hatun, bütün kabahatı erkeğe hamlederek tatlı! dilini açar artık: “Açtırma kutuyu, söyletme kötüyü!... Madem ki beni geçindiremeyecektin ne diye aldın, sorrarım sana?..”
Sevgisine inandığı ve evlilik baharında kendisini her şeyi ile bahtiyar yaşattığı eşinden, sonsuz hayat arkadaşından bunları işiten erkeğin durumunu tasavvur edin!.. Zavallı adam, erkek erkek! nasıl ağlamaz?.. Ve... nasıl intihar etmez ki?
.....”