Yaklaşık 70 yıl öncesinde de basında yazarlar, gazeteler arasında kavgalar varlığını sürdürüyordu. Hatta bugünkü gibi bazen eleştiriden hakarete kayan söylemlerin, 70 yıl öncesinde de yer aldığını, Fazıl Önder’in yazısından anlıyoruz. Pazar Sohbeti’nin ilk başlığının altında bundan bahsediyor Önder. Ardından gelen ikinci başlıkta ise, uzun yıllar Kıbrıs’ta at yarışlarında bahis oynandığını gösteren bir başka “sosyal” etkinliğe yer veriyordu...
“09 Ekim 1949-syf:1,Hür Söz
Pazar Sohbeti-Fazıl Önder-
Muhabbetten Selâmet Doğar-Serbest Şans Deneme Günü!..
Muhabbetten Selâmet Doğar:
Matbuatımızda yine bir ölçüsüzlük gidiyor... Kendilerini dev aynasında gören bazı yazarlarımızın, ükâlaca herkese öğüt vermiye kalkıştıklarını, gazetecilik mesleğinin imtiyazını ellerinde tutmağa kalkıştıklarını ve nihayet yersiz isnatlarda bulunduklarını müşahede ediyoruz. Hiç şüphe yok ki, bu nahoş hareketler, eskiden beri aramızda yer almış olan kötü bir zihniyetin tecellisidir. Yani, yekdiğerimizi beğenememezlik zihniyetinin bize hakim olmasından bu böyle oluyor. Esasen kemirilmemize de en büyük amil de budur.
Fakat her ne surette olursa olsun buna artık son vermemiz lâzımdır. Bu da ancak ve ancak birbirimize karşı sevgi ve saygı göstermekle kabil olabilir.
Birlik ve Beraberliğin arifesinde bulunduğumuz şu günlerde, bu hayırlı teşebbüsü desteklememiz ve bütün gücümüzle tahakkukuna çalışmamız hem makul, hem de kutsî bir iştir.
Unutmamalıyız ki; Muhabbetten Selâmet Doğar.
Serbest Şans Günü:
Nihayet at koşuları bu gün başlıyor. Belki tuhaftır ama, at sahiplerinin bir haftadır gözlerine uyku girmiyormuş!.. Kolay mı? Ağırlığı kadar para harcadıkları ve bütün sene emek sarfettikleri hayvanlar, kendilerine şöhret kazandıracağı günü tahayyül eden kimseler, elbette uyukudan olurlar!...
Merak bu ya... Nice kimseler vardır ki, birkaç koşusunu seyrettiği bir hayvanı, kendi malı gibi sever ve hayvanın hakkında sahibinden fazla ümit besler ve hatta o hayvanın leyhine olarak bahse girer. Bu gibi kimseler, talihlerini ekseri hayvanlarda ararlar.
Halbuki, koşu mahallini dolduran kalabalığın yarısından fazlası sırf para toplamak! yani zengin olmak hevesiyle oraya giden kimseler teşkil eder. Öyleleri var ki, bir aylık maaşını bir defada verir ve karatahtanın bekçisi olur. Bir de bakar ki, yanında duran birisi bir tek biletle zengin oluverir; kendisi de saçlarını yolmıya başlar!..
Hani bu gün böyle kabadayılar azalmıştır ama kim bilir gene kaimelerini verip de top top değersiz kağıtları havaya fırlatan kaç kahraman göreceğiz.
Ama nihayet serbest şans günü bu.”
Trafik kazaları günümüzün kabuslarından biridir. Arabalar çoğaldıkça hız oranı arttıkça, keza motosikletlerin de artarak trafikte yer alması kazaları da peşinden getirmektedir. Elbette bunun merkezinde olan birden çok neden sayılabilir: dikkatsizlik, aşırı sürat,alkol gibi. Ama 70 yıl öncesi Lefkoşasında da kendi dönemine göre bir “trafik kazaları” halinin olduğunu ve yoğunlukla yaşanmasından dolayı da dikkat çektiğini, Fazıl Önder’in yine Pazar Sohbeti köşesinden anlıyoruz. Yazısının ilk başlığı bu konuya ayrılırken bir diğer başlığında ise, bir hikâye alıntısı yaparak memleketteki dolandırıcılara atıfta bulunuyor.
“16 Ekim 1949-syf:1,Hür Söz
Pazar Sohbeti-Fazıl Önder-
Ne Parası Kaldı Ne De Kurbanı-Kıssası Bizden Olsun!
Ne Parası Kaldı Ne De Kurbanı:
Otomobil ve ona benzer motörlü taşıt araçlarının (vasıta) sayısı 10.000’i bulan bu küçücük memlekette, gün geçmez ki, birkaç kişi şu veya bu kazaya kurban gitmiş olmasın!... Şöyle ki; sabahleyin evinizden çıkıp çarşınıza, dükkânınıza, dairenize veya okulunuza gidiyorsunuz. Karşınıza hemen bir otomobil çıkıyor ve ondan korunmaya vakit bulmadan, yanınızdan (kurşun gibi) bir motosikletin geçtiğine şahit oluyorsunuz. Yolunuza devamla dar bir sokakta bulunuyor ve dört yol ortasından geçmekliğiniz icab ediyor; karkanızda da yanları sokağın duvarlarına sürünerek gelmekte olan bir kamyon var; siz tabiatıyle dar sokaktan çıkmak zorunda kalıyorsunuz. Nihayet köşeye geldiniz ve bir yoldan diğer yola geçmek üzeresiniz; tam bu esnada öteki yoldan gelen bir motosikletin, dibinizden yıldırım sür’atiyle geçtiğini görürsünüz. Eğer beraberinde bir uzvunuzu da götürmemişse, kendinizi talihli veya ömürlü sayabilirsiniz. Çünkü, biraz sonra gazetelerden birine baktığınız zaman: Filân yerde “bir otomobil çarpışması oldu, şu kadar yaralı”, falan “motosikletli bir çocuk bastı”, “Motosikletten düşüp ayağı kırıldı v.s..v.s..” gibi acı haberlerle karşılaşıyorsunuz.
Son zamanlarda adanın her tarafında sık sık vuku bulmakta olan bu gibi trafik vak’alarını ele alan ve bu hususta türlü yorumlarda bulunan basın mensuplarından bazıları: “şoförlerin, basit bir kursla hemen direksiyona geçtiklerini” iddia etmekte ve “şoförlük kurslarında önemli bir tadilât gerektiğini” ileri sürmektedirler. Bazıları ise “Polis trafik teşkilâtı’nın genişletilmesini ve şoförlere –bu gibi vak’alar için- ithaline müsaade edilmemesini ve bunlar üzerinde de gerekli tahdidat (tahkikat) yapılmasını isteyeceğiz. Zira, adamızın bu kadar taşıt aracına ihtiyacı olmadığı gibi, insanların da bunlara verecek ne parası kaldı ne de kurbanı!..
Kıssas Bizden Olsun!
Ötekini berikini dolandıranlar olduğunu duyan İstanbul devlet büyüklerinden biri, bir gün esnayı müsahabede İncili Çavuş’a sormuş:
-“Ağa hazretleri; İstanbul’da bazı adamlar dolandırıcılık ederlermiş. Bunlar nasıl adamlardır, insanı nasıl dolandırırlar?”
“Efendim bunlar gayet zeki, şeytan gibi adamlardır! Dolandırıcılık için bir çok alet ve edevatları vardır. Onlar vasıtasıyle herkesi dolandırırlar.”
-“Bunlardan birini görmek ve insanı nasıl dolandırdıklarını anlamak isterim. Rica ederim bana bir dolandırıcı gösteriniz.”
Ertesi gün, İncili Çavuş o zamanın meşhur dolandırıcılarından birini bulup o zatın nezdine görtürmüş ve demiş ki:
-“Efendim dün emrettiğiniz gibi işte size en meşhur bir dolandırıcı getirdim!..”
-“Memnun oldum ağa hazretleri.”
Dolandırıcıya:
-“Sen dolandırıcı mısın?”
-“Evet efendim.”
-“İnsanı nasıl dolandırırsın?”
-“Bu bizim san’atımızdır. İcrayı san’at ve maharet için bir takım dolaplar kurarız! Alet edevat ihzar ederiz...”
-“Görmek isterdim. Beni dolandırsana.”
“Başüstüne efendim; ancak geçende hasıl olan bir zaruret ve ihtiyaç dolayısıyle dolaplarımı alet ve edevatımı birine satmıştım. Şimdi emrinizi icra etmek için bunları tedarike ve bunun için de paraya ihtiyaç vardır...”
-“Kaç kuruş lâzım?”
-“Efendim zatı devletli gibi şöhretli birini öyle adi dolaplarla dolandırmak mütenasip olmayacağından, icap eden alet ve edevat ancak 1000 altına alınabilir. Sonra yine satarız.”
-“Pek âlâ işte sana 1000 altın...”
Dolandırıcı bin altını aldıktan sonra:
-“Bendeniz de emrinizi iki gün sonra ifa ederim.” Deyip oradan ayrılmış.
Orada hazır bulunan İncili Çavuş, gülmekten kendini alamamış. Bunun üzerine hane sahibi:
-“Ağa hazretleri, niçin gülüyorsunuz?”
-“Sizi ne güzel dolandırdı; ona gülüyorum.”
-“Ne demek?Beni kim dolandırdı?”
-“Giden herif!..”
-“Canım ben dolandırıldığımın farkında değilim! Nasıl olur?”
-“Efendim, dolandırmak öyle zannettiğiniz gibi dolaba koyup fırıl fırıl çevirmek değildir. İşte bir takım sözler söyliyerek sizi dolandırdı. 1000 altınınızı alıp gitti!...”
-“!!!...???”
***
Gerçi biz bugün İncili Çavuş devrinde bulunmuyoruz. Fakat gariptir ki, hâlâ daha bu gibi dolandırıcıların dolaplarında fırıl fırıl dönmekten kurtulamadık!
Son zamanlarda işsizlik yüzünden mutemet tanınan kimselerin dahi onu bunu dolandırdıklarını müşahede etmekteyiz. Lâkin ne de olsa bunlar, zoraki dolandırıcılardır ki bu işte pek o kadar alet ve edevat ihzar etmekten âcizdirler.
Halbuki aramızdaki diğer bazı profesyonel! dolandırıcılar böyle mi ya? Ne ise altı çapan oğlu çıkmadan bunu bu kadarla kapatalım ve bunun da varsın Kıssası Bizden Olsun!”