BİR ÖYKÜ: ZİR KAMPI’NDAN HATIRALAR…
DR. DERVİŞ ÖZER
“Biz eskiden faşizmin, gomonizmin ne olduğunu bilmezdik. Hele faşizmi hiç duymamıştık. Hitler için söyleniyordu da biz sadece Almanlara faşist dendiğini zannederdik. gomonistlere gelince onların da sadece Ruslardan ibaret olduğunu düşünürdük. Yani anlayacağın gomonizmin bir görüş ve yönetim şekli olduğunu, dostluk içinde yaşamak olduğunu bilmezdik.
Bak aklıma ne geldi. Bizim köylü Memet Dayınla, Ali Dayın oturmuşlar kavede konuşuyorlar. O zamanda Kıbrıs’ta bir iki tane gomonist ya var ya yok. Ali dayın sormuş Memet dayına “yahu be Memet, bu çocukların gomonistlik dedikleri nedir sen bilin be, anlat bana demiş”. Memet dayı da Ali dayının malı çok ya damarına basacak, başlamış anlatmaya. “Be Ali bak dinle senin beş yüz dönüm tarla var ya”. Ali dayı “ he” demiş. “İşte o beş yüz dönüm benim de malım olacak”. Ali dayın biraz bozulmuş. Memet dayı devam etmiş. “Benim beş dönüm var ya işte o beş dönüm senin de malın”. “Ayrıca senin karın benim karım demiş” ama Ali dayı iyice bozulmuş. Memet Dayı devam etmiş. “Benim karım var ya”. “He” demiş Ali Dayı. Memet Dayı duralamış, benim karı senin karı diyecek ama diyemiyor. “Benim karı…. gene benim karı” demiş. Kesip atmış hemen de devam etmiş, valla bunu ben demem gomonistler der. İşte biz gomonistliği ve faşizmi böyle Memet Dayının kahve konuşmalarından bilirdik.
Nereye gelecem diye düşünürsün. Bizim eski teşkilat günlerine gelecem. Tam hatırlamam yılını. Ya 58 ya da 59. Bir de hatırladığım benim iki tane çocuk var, biri iki yaşında, biri bir yaşında. İşte o yıldı. Ben şeherde günlükçü olarak ustanın yanında çalışırdım ki bir akım doğdu. Akım dediğim öyle bir gruplaşma işte. Dediler gomonistlik değil, dediler ki bu vatan için. Vatan için çalışacaksın, çabalayacaksın ve bu vatanı kurtaracaksın. Delikanlılık işte, girdik biz de, belki biraz heyecan olsun, belki akılsızlık, belki kahramanlık, belki de yaşlanınca çocuklara torunlara anlatacak şeyler olsun diye, gittik girdik teşkilata. Bazıları çok kızar böyle dememe. Derler ki sanki elini kolunu sallayarak girdin. Seni inceden inceye araştırdılar ve aldılar teşkilata. Valla biz elimizi kolumuzu sallayarak gittik, girdik ve yıllarca çalıştık. Yıllarca geceleri silah taşıdık, silah dağıttık. Rum gelmesin diye nöbet tuttuk. Gizli gizli toparlandık. Kısacası teşkilat adamı olduk tıpkı Amerikan filmlerindeki gibi.
Bu gizli işleri nerde öğrendin diyeceksin. Dur, bugün sana onu anlatacaktım, konuyu dağıttım. Dediler ki eğitime gideceksiniz. Tamam dedik gidelim. Dediler şu gün gideceksin, tamam dedik. Valizi aldık, tahta bir valiz Kemal Sunal’ın İstanbul’a varışı gibi indik Esenboğa’ya; elimizde bir telefon numarası var onu aradık. “Ben geldim” dedim telefondaki adama. Telefondaki ses “başka kim geldi” dedi. Ben “AYIN BEŞİNDE ABİM DE GELECEK” dedim,“Tamam abin de gelecekse eğer, falanca yere gel” dedi. Bindik taksiye, adresi verdik, bizi oraya bıraktı. Karşıda büyük bir askeri birlik, kapıda indim, nizamiyeye yürüdüm siviliz, asker durdurdu.
Adımı söyledim, bir kenara ayırdılar. Başka bir asker geldi ve beni alıp bir yere götürdü. İki katlı bir bina, hanaya çıktık. İçerde bir adam sonradan öğrendim ki Daniş Karabelen’miş. Ben karşısında duruyorum, selam verme falan yok, askerlik nedir bilmiyoruz ki, böyle duruyoruz. Adam yüzüme baktı. Durdu düşündü. Benim boy kısa, dedim beni kurbanlık koyun gibi süzüyor almayacak galiba teşkilata, beğenmedi galiba diye düşündüm, biraz da bozuldum. Biraz da değil epeyce bozuldum. Biraz daha süzdü. Etrafımda dolandı. Masaya geçip oturdu. Gür bir sesi vardı. “ Buraya neden geldin?” dedi. O an böyle içimden gelen bir gür sesle bağırdım: “VATANIMI KURTARMAYA GELDİM”. Öyle dedik. İçimden öyle geldi işte. Belki de içime oturmuştu benim etrafımda dolanması, hani biraz da boy kısa ya, boyumdan dolayı beni teşkilata almazsa diye, böyle gür gür bağırdım. “Peki, emaneti ver bakalım” dedi. Eskiden pantolonlarda ön cep olurdu, şimdi siz bilmezsiniz, onun içinden bükülmüş bir şilin kadar kalmış, yırtık fotoğraf çıkardım ve verdim. Yırtık fotoğrafı açtı, çekmecesinden bir kutu çıkardı ve masaya döktü. Bir sürü fotoğraf vardı. yırtık bir tanesini ayırdı ve benim götürdüğüm fotoğrafla yanyana getirdi. Sonra kalktı ve bana sarıldı. Yüksek bir sesle “Hoş geldin evladım!” dedi ve kısa bir nutuk çekti.
Sen, beni görecektin; sanki tek başıma Kıbrıs’ı kurtardım. Gözümden gururdan yaşlar döküldü. Sonradan anlıyorum ki verilen gazın etkisiyle adamlar ölüme gidiyormuş. Bu adamlarda gaz vermesini iyi biliyormuş. O an deselerdi ki öl, ölürdüm.
Ertesi gün gara gittik. Ankara Garı arkasında Atatürk’ün çalışma odası var. Merdivenlere oturdum, başladım beklemeye, gelip beni alacaklar. Biraz sonra tanıdık bir ses duydum. Baktım batariyacı arkamda. Sonra yavaş yavaş arttık, 20-21 kişi kadar olduk. Akşam güneş dulunana kadar bekledik oraşda. Gaş gararırken bir askeri araba geldi. Arkasından bir adam çıktı “Çabuk binin!” dedi bindik ve ayrıldık oraşdan. Bizi, sonradan öğrendim, böyle bir ovanın içinde iki tane hanaydan oluşan bir yere getirdiler. ZİR kampıymış. Bir vadinin içi, bir iki tane köy var, yarısı boş yarısı dolu, eskiden Ermeni köyüymüş, sonra boşaltmışlar. Türkleri yerleştirmişler. Hayvanlar var köyde dolanır dururlar ama mezbelelik bir yer.
O gün yemek verip vermediklerini hatırlamıyorum, soyunduk bize elbise
dağıttılar. Ama ne elbiseler benim boy kısa, bana bir pantolon geldi, beli boğazıma çıkar. Bir ayakkabı 45 numara neyse uydurduk değiştirdik ve giyindik.
DEVAM EDECEK