İlksoy Aslım
ailksoy@yahoo.com
Kıbrıs’ta son zamanlarda artan faşist hareketlenme, “onların örgütlenmeleri yasaklansın” söylemini gündeme getirdi. Hazır görüşmeler devam ederken iki toplum lideri anlaşsa ve “faşist yapılar yasak” maddesi antlaşma metnine eklense sorun çözülebilir mi? Bu yazıda faşizme karşı mücadelenin yasaklarla başarılı olmasının mümkün olup olamayacağını geçmiş yaşamımdan örneklere başvurarak anlatmaya çalışacağım. Kısaca aşağıda anlatılan benim hikâyemdir.
Milliyetçiliğe İlk Adım
1950’li yıllarda Kıbrıs’ta yükselen milliyetçilik akımları hem Kıbrıslı Rumları hem de Kıbrıslı Türkleri derinden etkiler. Milliyetçilerin hâkim olmadığı bir alan bulmak imkânsız hale gelir. Milliyetçilere karşı olan Kıbrıslı Türkler öldürülür, sindirilir veya adadan kaçmak zorunda bırakılır. O yıllar Soğuk Savaş’ın en azgın dönemidir ve milliyetçi olmayanlar kolaylıkla vatan hainliğiyle ve/veya komünistlikle suçlanabilir. Bu koşullar altında kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti kendini onu yaşatmaya adamış kadroların değil, birbirine düşman milliyetçilerin av sahası haline gelir.
1963-1964 olaylarını babamın polislik mesleği nedeniyle Limasol’da yaşadık. Oturduğumuz evin girişinde kocaman bir duvar saati ve sonradan renklendirilmiş bir fotoğraf asılıydı. Aklım erip “bu kimin fotoğrafı” diye sorduğumda, babamdan “yeğenim Doktor Erol, Rumlar tarafından öldürüldü” cevabını almıştım. Kısa bir süre sonra Erol’un babasının da kayıp olduğu haberini aldık. Böylece Rum adı kötülük timsali “gâvur” olarak dağarcığıma giriverdi.
Babam olaylardan sonra Kıbrıs Polis Örgütünden ayrılıp Teşkilat’ın bünyesine katılmıştı. İşleri ne kadar yoğun olsa da benimle ilgilenmeyi ihmal etmezdi. Belki de bu ilgi nedeniyle okuma-yazmayı okula gitmeden öğrenmiştim. Babamla birlikte Doğan Türk Birliğinin lokaline gitmek benim için büyük mutluluktu. Orada okuyabileceğim gazeteler bulunurdu. Ezberim de iyi olmalıydı ki şiirler de ezberlerdim. En çok tekrarladığım şiir “Kin” isimli şiirdi. Büyüklerim bu şiiri bana okutmaktan mutlu olurlardı. Ben de onların övgülerinin getirdiği motivasyonla, boğazımı yırtarcasına “bir günde bin gâvur başı doğrasam / bu kin benden vallahi de gidemez / bin gâvur kellesi bir kin ödemez” diyerek şiiri okurdum. Kısacası daha okula gitmeden ben “milliyetçi” biri olup çıkmıştım. Kıbrıs Türk Öğretmenler Sendikası 1960’lı yılların sonunda grev yaptığı zaman artık Polemidya’da yaşıyorduk ve ben hayatımdaki ilk kez “hainlerle” karşılaşmıştım. “Hainler” benim sevgili öğretmenlerimdi.
Lefkoşa ve Peristerona
“Milli Günler”de şiir okumaya devam ederek okulumu bitirdim. Ben İngiliz Koleji sınavlarını kazanınca 1971 yılında Lefkoşa’ya taşındık. Kolej o dönemde toplumun ileri gelenlerinin çocuklarının da okuduğu bir okuldu. Benim gibi taşradan gelen birine “Milli Günler”de şiir okuma sırası hiç gelmedi. Hiç önemli değildi çünkü benim milli hislerim tüm canlılığıyla devam ediyordu. Radyoda İstiklal marşı çalındığı zaman “esas duruş” vaziyetinde marşın bitimini beklerdim. Babamın Kıbrıs’ın Sesi Radyosunda Elence haberleri okumak için Anamur’a gitmesi de benim için bir onurdu. Sonuçta, babam değişik bir alanda “gâvur” ile mücadelesini sürdürüyordu. Artık dedemlerin yanında Peristerona’da kalıyordum. Peristerona karma yaşamın sürdüğü bir köydü ve 1964’te köyü terkeden Kıbrıslı Türk nüfusun bir kısmı köye geri dönmüştü. Köyde azınlıktaydık ama sırası geldiğinden çocuklarla kavga etmekten de kaçınmıyorduk. Gerçi düşmanın kimliği konusunda kafam zaman zaman karışmıyor da değildi! Örneğin ders konusunda sıkıştığımda İngiliz Okuluna giden Maria’dan yardım alırken, küçük Andreas benden yardım istediğinde elimden geleni yapmaya çalışıyordum.
Günlerden bir gün, bazı öğrencilerin “bu öğretmen hainmiş” söylemini ciddiye alarak Özker Özgür’e “öğretmenim siz hain misiniz?” diye sordum. Özgür’ün cevabı, “hayır İlksoy’cuğum ben hain değilim, beni tek yanlı bilgilerle yargılama” şeklinde oldu. Öğretmenime inanma konusunda kararsızdım. Ancak yaptığı o kısacık konuşma beni oldukça etkilemişti. Tıpkı yıllar önce Polemitya’da babamın beni silahıyla oynarken yakaladığında yaptığı konuşma gibi. “Silahla oyun olmaz” demişti babam. “Ben bu silahı mecbur olduğum için taşıyorum, sırf sen bu silahi ileride taşımak zorunda kalmayasın diye.” Önce babam, sonra öğretmenim bana dersimi öğretiyordu.
Anamur’da Yeni Dersler
Anamur’da bulunan Kıbrıs’ın Sesi Radyo Evi deniz kenarında askeri bir birliğin içinde bulunuyordu. Zaman zaman üst düzeydeki komutanlar denetlemeye ve ziyarete gelirlerdi. Yaz tatillerinde babamların yanına giderdim. 1973 yılı yazında feribot ile Mersin’e gidiyordum. Yolcular arasında ailemi tanıyan birinden Doktor Erol’un Grivas’çılar tarafından öldürüldüğünü öğrendim. Onun faşist biri olduğunu öğrenmeme daha birkaç yıl vardı.
O yaz Anamur’daki Turizm Danışma Ofisinde çalışmaya başladım. O yıllarda Anamur’da İngilizce konuşan pek fazla kişi yoktu ve 14 yaşındaki ben, ofisin tek çalışanı oluyordum. Ofis, çarşı merkezindeydi. Turizm Anamur’da henüz patlamadığından boş zamanım çoktu. Önce babamın katkısı, sonra benim “aylığım” sayesinde klasik eserlerin pek çoğunu satın alıp okuyabilmiştim. Kendisini Türk milliyetçisi olarak tanıtan davetsiz misafirimi bu dönemde tanıdım. Haftada birkaç kez uğrar ve komünizme karşı mücadelesini anlatırdı. Bazen yüzü yaralı gelirdi. Ben soru sormadan o hemen “sen bir de komünistlerin yüzünü gör” derdi.
Kafam bayağı karışmıştı. Kıbrıs’ta birbirleriyle savaşan Türk ve Rum milliyetçileri vardı. Anamur’daki milliyetçi ise kendi deyimiyle Ruslara ve yerli komünistlere karşı savaş içindeydi. Büyük hedefi tüm Türkleri kucaklayacak bir imparatorluk kurmaktı. Demek ki her milletin kendi milliyetçileri vardı. Her milletin milliyetçisi de birbirine düşmandı. Fakat ortak bir noktaları vardı ki hepsi komünistlere karşıydı. Bu yoruma ulaşabilmem öğretmenim Özker Özgür’ün durumunu sorgulamama neden oldu. Demek ki Özgür gibi “hainler” başka ülkelerde de bulunuyordu. Kıbrıs’a döndüğümde dayımın oğlu Osman İlter Zeki’ye “abi milliyetçiler dışında başka görüşte olanlar var değil mi?” diye sordum. Cevabı olumluydu. Kendilerine solcu diyen, adalet, eşitlik ve özgürlük talep eden bazı kişiler de varmış. Böylece Osman Abim bu çerçevede aydınlanmama katkıda bulunan ilk kişi oldu.
İngiliz ve Amerikalı Hainler!
Tatil bitmiş okula geri dönmüştük. Bir gün müdür yardımcımız sınıfa girer ve tarih kitaplarımızı toplar. Ertesi gün kitaplar geri verilir ama içleri karalanmıştır. Bazı satırlar sakıncalı olduğu nedeniyle karalanmıştı. İngiliz’in şerrinden bizler korunuyorduk. Çizilen satırlar Türklüğümüzün korunması içindi.
İngiliz’in şerri savuşturulurken bir bela da Amerikalılardan gelir. Amerikalılar tarafından “conflict resolution”ın atası sayılacak bir girişimle Peristerona’da yıkılmaya yüz tutmuş Kıbrıslı Türklerin evleri restore edilecekti. Proje, Tom ve Helen tarafından yürütülecek, Kıbrıslı Türk ve Rum gençler, yabancı elçiliklerden gelen elçilik mensuplarının çocuklarından oluşan grupla birleşerek yapıcı ustalarına yardımcı olacaklardı. Rum İlkokulu merkezimizdi; yemek, yatı ve etkinlik merkezi. Yıllar sonra o günlerde yaşananları “Güvercin Gölgesinde Umut Büyütmek” isimli bir yazımda anlatmıştım. Ekip mükemmel uyum sağlamıştı. Ben özellikle Omorfolu Yorgo (ona George diyorduk) ile çok iyi arkadaş olmuştum. Kısaca Amerikalıların projesi oldukça başarılı olmuştu. Ama Amerikalıların mutlaka ajan oldukları köylüler tarafından ısrarla iddia ediliyordu.
He şey 15 Temmuz 1974 sabahı sona erdi. Yunan Cuntası Kıbrıs’ta darbe yapmış ve Cumhurbaşkanlığı görevine faşist Nikos Samson getirilmişti. Tom, çalışmanın ileride devam edeceğini köylülere bildirdi. Ama dışarıdan gelenler ortalıkta görülmüyordu. Anlamıştık, ekibimiz dağılmıştı.
20 Temmuz’a kadar köyde olağanüstü bir durum yaşanmadı. Sabahleyin Türkiye adaya asker çıkarmaya başlayınca bir Yunanistanlı subayın eşliğinde esir alınmaya başlandık. Çaresizdik, ölenlerin olduğu söylentisi ortalıkta dolaşıyordu. Tom sırra kadem basmıştı ama, Helen köydeydi ve endişeli gözlerle bize bakıyordu. Sonra inanılmaz bir şey oldu. Günlerdir görmediğim Yorgo, içine tıkıldığımız caminin dışında ağlayarak Helen’e bizleri kurtarması için yalvarıyordu. Yorgo’yu son kez o gün gördüm. Onu çok aradım ama bulamadım. Ne kapılar kapalıyken gerçekleştirdiğimiz iki toplumlu temaslarda ne de kapılar açıldıktan sonra. Yorgo’yu kimse hatırlamadı. Oysa Yorgo benim beynimdeki milliyetçilik duvarlarını paramparça eden kişiydi. O kısacık zaman içinde yıllarca milliyetçi ideoloji ile şekillenen “beni” bambaşka biri yapmıştı. Düşman olarak bellediğim toplumun bir ferdi benim için gözyaşı dökmüş, benim için mücadele etmişti. Köyden Kuzey’e geçen ilk Kıbrıslı Türk aile bizimkisiydi. Hakkını teslim etmem gerek, Helen bizim için çok çalışmıştı. Helen’in bu gayretine Yorgo’nun çağrısı ne denli etkili oldu, onu hiç bilemeyeceğim.
Sonuç Yerine
Bugün faşizme ve ırkçılığa karşı olmamın birden çok nedeni vardır mutlaka. Ancak fanatik bir milliyetçi olma potansiyeli taşıyan “ben” uzun zamandır ona karşıyım. Yukarıda bahsettiğim olumlu ve olumsuz öğeler benim aydınlamamı sağladı. Doktor Erol’un Rumlar tarafından değil, faşistler tarafından katledildiğini öğrenmem çok öğreticiydi. Böylece halkların kardeşliğine inandım. Halkları düşman yapanların çatışan milliyetçiliklerle, yerel ve uluslararası çıkar gruplarının olduğunu anladım. Olası bir antlaşama sonrasında yasaklansa ve kapatılsa bile ELAM benzeri örgütlerin var olacağına inanıyorum, yer üstünde veya yer altında. İkinci Dünya Savaşı sonrasında faşizm ve nazizmin yasaklanması neyi sağladı? Bugün onları kuzu postuna sarılmış kurt misali çeşitli şekillerde görüyoruz. Yapılması gereken barış kültürünün hayatın her alanına nüfuz etmesini sağlamaktır; belki temelden, yani eğitimden başlayarak. Faşist yapılar geçmişin yöneticileri tarafından desteklendi, beslendi. Bu yapılar toplumda o denli içselleşti ki, onları yasaklayarak engellemek mümkün değildir. Bu ancak yeni bir kültürle kalpleri ve beyinleri yeniden kazanarak olabilir.
Limasol’da Mehmet Ali Talat’ın konferansına yapılan saldırı sırasında salondaydım ve tüm yaşananların canlı tanığıyım. Salonda hâkim olan duygu korku değil, öfke idi. Katılımcıların çoğu korkmuyordu. Çünkü korkmak kaybetmeyi kabul etmekti. O gece Talat’ı takdir ettiğimi saklayamam. Konuşmasını kesmeden sürdürdü, çeşitli telkinlere rağmen oturduğu yeri terk etmedi, çevresine güven verdi. Limasol’da konferans salonundaki Kıbrıslılar dayanışmanın en güzelini gösterdiler. Gelecekte olası faşist saldırıları püskürtmenin yolunu gösterdiler. Birlik ve dayanışma ile barış hedefinde buluşarak. Yazdıklarım birinci kısım olarak görülsün. Bugün Kıbrıs’ta faşist yapılardan kimlerin medet umduğu, nedenleriyle birlikte gelecek yazıda.