Stella Aciman
Hatırlamasam da anlatılanlardan bildiğim ömrümün ilk kışları önce Beyoğlu, sonra Şişli’de, yazları ise Yeşilköy’de geçti. Geçen yıllar araya Nişantaşı’nı da ekledi. Bu üç ilçenin güzelliklerini, çirkinliklerini, olumlu, olumsuz yanlarını, değişime karşı nasıl direndiklerini ama başarılı olamadıklarını, boyun eğdikleri dönemleri bazen keyif, bazen hüzünle izledim. Dördüncü ilçe olan Yeşilköy’ün ise olumsuz yanlarını daima görmezlikten gelerek güzelliklerini belleğime yerleştirmeyi benimsedim.
Geçmişin Ayastefanos’u, bugünün Yeşilköy’ü, benim Yeşilköy’üm… İlk adımlarımı attığım çocukluğumun, kavak yelleri tepemde eserken gençliğimin, beni oradan oraya sürükleyen günlerimin Yeşilköy’ü…
Evet… Geleceğe, büyümeye doğru ilk minik adımlarımı Makbule Hanım’ın üç katlı ahşap köşkünde attım. Yeşiller içindeki bahçenin asma yapraklı çardağının altında, önüme konulan dalından koparılmış yeşil, kırmızı erikleri, üzüm, dut ve incirleri yiyerek yan taraftaki ahşap köşkün oğlu Stefo, diğer taraftaki köşkün oğlu Selamet ve karşı köşkün ikiz kızları Ümran ve Nuran’la oynayarak büyüyordum.
YASAK KAPI
Büyükbabamın köşküne geçtiğimiz yaz, onun bisikletine ayağımı yandan sokarak binmeye başlamıştım. Rengârenk çiçeklerin ekili olduğu tarhların arasında, bisikleti yeni öğrenmenin verdiği heyecanla dolaşır, ara sıra düşer ama çarpmanın şiddetiyle bacaklarımda açılan yaralara aldırmadan deli danalar gibi saatlerce dört dönerdim. Henüz bahçeden dışarı çıkmaya iznim yoktu ama annem yalnızlığımı komşu köşklerde oturan çocukları bahçeye çağırarak gidermeye çalışıyordu. Mimi, Pola, Aldo… Ağabeyimin yakın arkadaşları. Onların kapı önüne çıkmaya hakları vardı. Bana ise; onların saklambaç oyunlarını, açılması yasak kapının demir parmaklıkları arasından, sanki bir mahkûm gibi iç çekerek izlemek, sokaklara kavuşacağım günü sabırsızlıkla beklemek kalıyordu.
Laki, Dimitri, Yorgo, Sabahattin, Necmettin, Aram ve Ayşe… Benim yakın arkadaşlarım. Köşkün bahçesi seslerimizle hayat bulur; erik, dut, kayısı, kiraz, şeftali ağaçları, mevsimleri geldikçe, yerlere eğdikleri dallarından sarkan meyvelerini koparan, sularını ağız kenarlarından akıta akıta arsızca yiyen bizlere, rüzgârın salladığı yapraklarının arasından keyifle bakarlardı.
Yoksa Yeşilköy’ün canlılığı mıydı beni çabucak büyüterek sokaklarına iten?
YEŞİLKÖY TARİFİ
Bu satırları kaleme alırken; henüz otomobilin tek tük görüldüğü sokaklarda, parke taşların üzerinde tekdüze sesler çıkararak yürüyen, süslü atların çektiği faytonları izlemek; İstepan’ın, Mehmet Efendi’nin faytonuyla, iki tarafı yemyeşil asırlık ağaçlarla çevrili Yeşilköy ve Yeşilyurt’un sokaklarında tur atmanın keyfini hiçbir yerde tadamadığımı ifade etmek, bana garip bir hüzün verse de, itiraf etmeliyim ki o günleri yaşamış olmanın mutluluğu da dudaklarımın kenarına bir gülümseme yerleştiriyor.
Yeni alınan Çekoslovakya malı bisikletimin bana tanıdığı özgürlükle sokakları turluyordum artık. Köşke gelen misafirlere ikram edilecek pastaları almak için, tren istasyonunun yakınındaki ahşap köşkün altında, Levanten Rozena Ruggieri’nin pastanesine gitmek, biraz aşağısındaki kasabımız Kiri Spiro’nun özenle hazırladığı dana pirzolalarını almak… Manav Ramazan’a uğramadan geçmek ne mümkün… En güzel, en taze ve en pahalı meyvelerin, sebzelerin satıldığı manavımız… Her hafta dört gözle beklediğim Red Kit ve Tenten’in çizgi romanlarını, annemin okumaktan asla vazgeçmediği Hürriyet Gazetesi’ni almak için her sabah uğradığım, Kuleli Köşk’ün altındaki küçücük dükkânında güler yüzüyle beni karşılayan Kiri Duli…
Sıtkı’nın fırınından mis gibi kokan katışıksız ekmeği alır, ucunu tırtıklayarak ağzım dolu bir halde İbrahim Bey’in eczanesine girerdim. “Hayrola, annenin Optalidon’u bitti mi?” diyerek gözlüğünün üstünden güler yüzüyle bana bakardı. Eczanenin hemen yanında Ekrem’in restoranı vardı. Kapısından içeri girdiğimizde, masif ceviz masaların üzerini örten, temiz beyaz örtülerin sade ama şık görüntüsü içimizi açardı. Uzunca koridorun sonunda açılan kapıdan dışarı çıkınca, salkım söğüt ve akasya ağaçlarının çevrelediği bahçeyle karşılaşırdık. Kenarlara düzgün bir sırayla dizilmiş büyük toprak saksıların içinden sarkan çeşitli renklerdeki sakız sardunyalarına bakmaya kıyamazdım. Hava ne kadar sıcak olursa olsun, Ekrem’in bahçesinde nefes alınır, serinlik hissedilirdi. Tadını hiç unutamadığım ve bir daha da hiçbir yerde bulamadığım ızgara köfte ve kızarmış patatesimi, yaprakların, hafif rüzgârın etkisiyle çıkardığı ve ne olduğunu kestiremediğim bir enstrümanın tınısına benzettiğim hışırtı sesleri kulağımda, iştahla yerdim.
AYRIMSIZ SICAKLIK
O zamanki çarşı ne kadardı ki? Rum’u, Ermesi’si, Yahudi’si, Müslüman’ı… Topu topu on-on beş esnaf…
Annemin, sabahın erken saatlerinde, köşkün salonunda, panjuru açık pencerenin önündeki berjer koltukta, sessizliği içinde yankılanan saba makamındaki sabah ezanını, gözünden damlayan yaşlarla huşu içinde dinlediğini hatırlıyorum. 1327 (M.1910) yılında yapılmış Mecidiye Camii’nin müezzininin ne güzel bir sesi vardı. Değme ses sanatçılarına taş çıkaracak kadar muhteşem bir ses… Yüreğimizi titretir, içimizi hüzne boğar, sabahın sessizliğini bıçak gibi delerek kulaklarımıza ulaşırdı. Senelerce bırakmadı o ses bizi sabah ezanlarında… Din, dil, ırk farkını gözetmeden içimizi ısıttı.
SİNEMANIN HER DİLDEN SESİ
Yegâne yazlık sinemamız Reks… Haftada iki gün değişen filmlerin isimlerinin ya da konularının ne önemi vardı ki? Önemli olan, mahallenin tüm çocukları toplanıp, elimizde gazoz ve çekirdeklerimizle, rahatsız tahta iskemlelerin üzerine tünemek ve şamata yapmaktı.
Sinemaya gideceğim günlerin sabahı erkenden kalkar, kahvaltımı bile etmeden ve tabii ev halkına sezdirmeden sessizce kapıdan çıkar, köşedeki boş arsanın sıcaktan sararmış otlarının arasında çekirge avına çıkardım. Yakaladığım iri çekirgeyi, yanımda getirdiğim küçük kavanoza koyar, üzerini de havasız kalmasın diye tülbentle kapardım. Sinema vakti gelince, incecik dikiş ipliğini çekirgenin boynuna geçirirdim. Filmin heyecanlı bir anında, çekirgeyi önde oturanın omzuna yavaşça koyardım. Tüm günü daracık kavanozda geçiren çekirge, özgürlüğüne kavuşmanın şaşkınlığıyla sıçrayarak film seyreden insanların başlarına, omuzlarına, kollarına konmaya başlardı. Yaptığı her hareket, insanları çığlık çığlığa havaya sıçratır, atılan çığlıklar filmin sesini bastırırdı. Havada uçuşan Rumca, Ermenice, Türkçe, Ladino çığlıkların içi içe geçmesini, insanların paniklerini, oturduğum yerden, içimden attığım kahkahalarla izlerdim.
HASANAKİ
Kapri… Denizle tanıştığım ilk mekân. Duhuliye 150 Kuruş… Denizin içindeki ahşap sırıkların üzerine oturtulmuş kabinler, çocukların koşturduğu ahşap geniş iskelesi ve yukarı tarafta, leziz yemeklerin sunulduğu lüks restoranı…
Mehtap Aile Çay Bahçesi… Ahşap, üzerleri hasır kaplı sandalyeleriyle, yanında lunapark, köşesinde sinemacı Manol’un büfesi… Kaşarlı, domatesli sandviçi, sosislisi… Hiç unutamadığım lezzetler.
Mahallede yakan top, çelik çomak, istop oyna, ardından atla kuğu zarafetindeki ince, hafif bisiklete, serinlemek için Röne Park’ın mis gibi çam kokan ağaçlarının altına at kendini. Yol boyu köşkler, yalılar, villalar… Dil, din, ırk harmanı… Bir insan güzelliği…
Daracık sokaklardan dolaşarak ve Ayastefanos Kilisesi’nin önünden geçerek eski limana iner, sahilde kazıkların üzerine yapılmış, küçük dalgalarda bile sallanan salaş iskelenin üzerindeki masalardan birine oturur, Hasanaki’nin nefis sigara böreklerini, kan kırmızısı, hormonsuz karpuzla yer, günbatımını izlerdik. Gün gelip de, Hasanaki’mizin balıklarının, mezelerinin, torik lakerdasının ününün denizleri aşacağını bilmezdik o zamanlar. O hep bizim Hasanaki’miz, Hasan Ağabeyimizdi çünkü.
STEFANOS’UN KÖYÜ
Sonraki yıllarda yine eski limanda, denizin üzerinde, dubalara oturtularak yapılan Ancelo’nun Gazinosu’yla tanıştık. Geceleri sokağımızın her zamanki köşesinde arkadaşlarla buluşuyor, yürüyerek eski limana iniyorduk. Ancelo’ya girecek paramız yoktu henüz ama orada çalan buzukiyi, kanunu, udu ve şarkıcıyı dinlemek istiyorduk. Gazino’ya sırtını dayayan kayıkçı Mehmet Efendi’nin mekânına ortak olmuştuk. Gündüzleri onun sandalını kiralıyor, akşamları elimizde bira şişeleriyle başına üşüşüyorduk. Mangalın üstüne koyduğu tenekede, gündüzden hazır ettiği midyeleri kızartır ve bize ikram ederdi. Ancelo’nun açık pencerelerinden buzukinin nağmelerini duyduğumuzda, o saate kadar içtiğimiz biralarda etkisini göstermeye başlardı. Sonra gelsin sirtakiler, gitsin kasap ve göbek havaları… Sıra sıra dizili sandalların arasında el ele, kol kola dans eden Ester, Necmettin, Ayşe, Laki, Dimitri, Aram, Sabahattin… Yine din, dil, ırk harmanı… Yine tarifsiz bir insan güzelliği…
Yeşilköy şüphesiz bir “köy” ya da bir “balıkçı kasabası” değil artık. Ama hala zamana karşı direniyor, değişime yenilmemeye çalışıyor. Korunmuş köşk, yalı ve villalarıyla geçmişten bir tat bırakıyor belleklerde. Hatta dikkatli bir çift göz, Stefanos’un köyünün izlerini bugün bile görebilir… Halit Ziya Uşaklıgil’in ve benim Yeşilköy’ümün.