Korku karşısında, düşmanlığın; panik karşısında, nefretin; çaresizlik karşısında, bencilliğin;
kısıtlama karşısında, hıncın; temassızlık karşısında, yabancılaşmanın yayıldığı bir türbülansta gibiyiz sanki… Sanki her bir köşe başına ölüm hükmediyor. Berbat bir salgına dönüşüyor insan!
“Bana göre yazgısı en kötü kimseler hiçbir felaket yaşamamış olanlardır. Çünkü hiçbir felaketle karşılaşmamış kişiler, kendini sınama olanağını hiçbir zaman bulamamış kimselerdir”
Stoacı filozof Senaca bin yıllar önce böyle not düşüyor, Tanrısal Öngörü kitabına…
Ve bugün, küresel bir salgının tüm alışkanlıklarımızın üzerinden silindir gibi geçtiği, yaşamanın aynı zamanda bir ölüm kalım meselesi haline dönüştüğü, hayatlarımızın ölüm tarafından belirlendiği bir zamanlarda, bu alıntı yankılanıyor beynimde.
***
Kişinin kendini sınadığı anlar genelde yaşamının dönüm noktaları olur… Hayat tercihleri karşısında verdiğimiz kararlar, bir ilişkinin devam etmesi veya etmemesi karşısındaki tutumuz, bir sınav, bir meslek veya bir vazgeçiş… Veya bir siyasi parti seçiminde, bir adaya verilecek oy, bir rejim değişikliği sırasındaki tutumumuz… Veya bir felaket sırasında sergilediğimiz davranışlar.
Kırılma noktaları, eşikler…
***
Normal yaşam içerisinde taktığımız maskelerin, edindiğimiz rollerin ve statülerimizin üzerimize giydirdiği kimliklerin hızlıca anlamsızlaştığı bir dönemden geçiyoruz.
Belki de bundan dolayı kişi bir felaket karşısında önce çıplaklaşır ve ardından da gerçek karakteri görünür olur. Bugün de yüz yüze geldiğimiz felaketle baş etmeye çalışırken aslında bir yandan da sınanıyoruz.
Öyle ulvi bir varlık değil bizi sınayan. İnsan olmanın, yaşamda kalabilmenin getirdiği değerler doğrultusunda sınanıyoruz.
Bir felaket karşısında takındığımız tavırlar, verdiğimiz kararlar ve benimsediğimiz tercihler aslında bu sınanma sürecinden nasıl bir varlık olarak çıkacağımızı da belirleyecek.
Toplumsal ve bireysel varlığımızın neye dönüşeceği, nasıl bir yaşama kapı aralayacağımız ve bundan sonra vereceğimiz tercihler aslında bu süreci nasıl yaşadığımızla ilişkili…
Aynı şekilde siyasal rejimlerin, devletlerin ve uygarlığın da neye evrileceği doğrudan bu süreçteki yansımalarına bağlı olacak…
***
Evet bir sınanma süreci… Senaca’nın yazdığı gibi “yazgısı en kötü kimseler hiçbir felaket yaşamamış olanlardır”
Fakat bir felaketle karşılaşmış insanlığın yazgısının daha mı iyiye yoksa daha mı kötüye evrileceği muammadır.
***
Korku karşısında, düşmanlığın;
Panik karşısında, nefretin;
Çaresizlik karşısında, bencilliğin;
Kısıtlama karşısında, hıncın
Temassızlık karşısında, yabancılaşmanın yayıldığı bir türbülansta gibiyiz sanki…
Sanki her bir köşe başına ölüm hükmediyor...
Aşkın veya ulvi bir güç sınamıyor bizi; kendi kendimizi sınıyoruz aslında,
Bir felaket karşısında kötücül duyguların dalgalarına yakalanıyoruz.
Hangisi daha tehlikeli?
Virüs mü yoksa virüsün yol açtığı kötücül varoluşlar mı?
“En berbat salgın insandır kuşkusuz” dememiş miydi Gabriel Garcia Marquez?
Şimdi pek çoğumuz virüsün diliyle konuşmaya başladı.
Halbuki tam da yaşamın diline en fazla ihtiyaç duyduğumuz bir dönemde.
***
Evet mesele bir ölüm kalım meselesi; ama kalırken de nasıl olacağımız meselesi…
En başından beridir sürecin sonu ile ilgilenmiyorum. Ne zaman biter, bitince ne olur, bitecek mi veya eskiye dönebilecek miyiz?
Bunlardan çok bu süreci nasıl deneyimlemeliyiz, ona yoğunlaşmaktan yanayım. Çünkü bir felaket karşısında, herkes inzivaya çekilirken, fırsatların da doğduğunu görüyorum…
İçe dönmek, yüzleşmek ve bir çeşit hayat muhasebesi yapmak; yaşamın değerini tekrar ölçüp biçmek, kendi kendimizle dost olmaya çalışmak, fiziki temaslar dışında zihinsel, duygusal temaslar geliştirmek.
Wilhelm Schmid'in, “Sakin Olmak” kitabında yazdığı gibi, “İnsanlar temasa yaşam boyu mecburdur” çünkü, “Hiçbir şeyin ve hiç kimsenin artık dokunmadığı birisi, yalnızlık içinde, ölmezden çok önce ölmüştür.”
Fiziki temaslar kuramıyoruz… İnsanın kendisini güvende hissettireceği dokunuşlar yapamıyoruz sevdiklerimize, dostlarımıza…
Hatta bu tür temasların sakıncalı olduğu dönemlerden geçiyoruz. Ama bu demek değildir ki temassız geçecek bu süreç…
Kendimize, dostumuza, sevdiklerimize hatta pencere ardından bir bulut gibi geçip giden bahara dokunabilmenin başka yollarını bulmalıyız.
Tam da zihinsel, duygusal hatta entelektüel temasları devreye sokmalıyız… Bir resimden, bir müzikten, bir mektuptan, bir kitaptan veya bir yazıdan, bir videodan, bir sesten çıkabilecek temasların çok değerli anlamları vardır, hele hele böyle bir dönemde…
***
Ve bir başka temas da, kişinin kendi kendisiyle teması… Buna kendini dinleme diyebilirsiniz, kendi ile yüzleşme veya kendiyle dost olmak da diyebilirsiniz… Size kalmış… Gündelik hayat koşuşturması içerisinde kişi bırakın kendisini, karşısındakini bile dinlemeye özen göstermediğini düşünürsek, aslında evlere kapanma bir içe dönüş, kendini dinleme deneyimi olarak da yaşanabilir, yaşanmalı…
***
Ancak böyle nefes alınabilir, her şeyin dağıldığı, uygarlık krizinin zirve yaptığı zamanlarda ancak böyle toparlayabiliriz kuytu çukurlarından benliğimizi.
***
Evet bu bir sınanma…
Ama önce insanın kendi kendisiyle sınanması…
*Gabriel Garcia Marquez