Felaketi felaket yapan nedir?

Cenk Mutluyakalı

“Bilimden nasipsiz şehirleşmedir, rant iştahıdır, denetimsizliktir, önlemsizliktir, cezasızlıktır felaketi felâket yapan.”
Bu tanımı Fehim Taştekin’den emanet aldım.

Bir tabiat olayı var yüzleştiğimiz, binlerce de cinayet… Katiller içimizde, zihnimizde, insanın doyumsuzluğunda, bir ülkenin cehaletinde, kaderciliğinde, geri kalmışlığında, yozluğunda…

Deprem olsa da insanlar ölmese… Bunu isterdim… O güzelim kentlerimizin yeniden kurulmasını… “Ey insanlar, deprem olacak, kaçınız” diyebilmek, önceden… Tek bir insanın dahi burnu kanamasın elbette… Binalar yıkılsın isterdim… O çirkin, plansız, kocaman, gereksiz ve çoğu atıl binalar yerle bir olsunlar.

Hangisi ne kadar sağlam, ne kadar çürük bilmiyorum. 
Ama çoğu çirkin, hem de çok çirkin…

Yeniden yaratabilsek şehirlerimizi keşke… Yeşil alanları, araç parkları, her mahallede ormanları... Yollarında kaldırım, yürüyüş parkurları ve bisiklet şeritleri… Kıyıların ve sahillerin açık, özgür, bakir olduğu bir ülke hayal ediyorum… Denize sıfır evler de olmasa oteller de… Yürüyerek denize varsa herkes, hiçbir engel olmadan, güle oynaya… Mülkiyetçi hırslar yerle bir olsa…

Depremin ardından dökülen onca gözyaşının içinde talana dair pişmanlık yok. Delice kabaran iştahla yaratılan beton yığınları yok. Dere yataklarını işgal yok o gözyaşlarında… Orman arazilerini bin bir yalanla, hileyle, rüşvetle, partizanlıkla dağıtmak ve peşkeş çekmek yok.

Onca gürültünün kıyısında bilime ve insana saygı kayboluyor. Dağları, denizleri, dereleri, akarsuları görmezden gelen cehaletimiz, çocuklu büyüklü binlerce ceset olarak çıkıyor karşımıza, gün gele…


İnsanlığın enkaz altında kaldığı acıya isyan var ama çarpık zihniyet kaskatı koruyor yerini… İnsanoğlu kendi doyumsuzluğunun, aç gözlülüğünün, hırsının kurbanı oluyor. Bilinç gelişmezse eğer gözyaşının anlamı yok… Bina dediğin çöküyor, göz açıp kapatana dek… İnsan ömrü gelip, geçici… Bilimsel temelde bir gelişim olmalı önce… Sanatın, felsefenin ve sorgulayıcı düşüncenin bilimsel akılla bütünleşerek büyümesi gerekirken delice bir para hırsı yeri, göğü kaplıyor.

Öyle gösterişle, lafla, nutukla, duayla, marşla buraya kadar… Bir binayı ayakta tutan söz değil bilimsel akıldır. Bir şehri güzelleştiren planlı büyümedir. Onca gürültünün kıyısında bilime ve insana saygı kayboluyor. Dağları, denizleri, dereleri, akarsuları görmezden gelen cehaletimiz, çocuklu büyüklü binlerce ceset olarak çıkıyor karşımıza, gün gele…

Yurdumuz tam bir cenaze evine dönüştü ve bu yas sahici, içten, dokunaklı… Yeni bir güne uyanıyoruz ama uyuyor gibiyiz. Öylesine hissizleştik ki anlamını yitirdi ne varsa… Bu yas sahici olsa da hakikatlerimiz değişmiyor. Çevresini, doğasını, ormanını, dere yatağını korumadık bu ülkenin… Tam anlamıyla toprağa abandık, imar planı süreçlerini fırsata çevirdik, temeline kan sızmış bu ihtilaflı toprakları bir para aracı gördük yalnızca… Bu bir avuç ülkeye bu acı nasıl ki çok fazla… Bu kadar beton da fazla bu kadar bina da… Bir masal ülkesi gibi planlamak şansımız vardı dağı, taşı, akarsuyu; yeşillendirmek, özenle şehirleştirmek, köylerimizin o şirin yapılarına sahip çıkmak… Her yerine metali, betonu yığdık… Tam bir savrulma süreci yaşıyoruz senelerdir… Maaşa ve makama teslim olmuş yığınlara, konfora kilitlenmiş kalabalıklar eşlik ediyor ve bilimsel akıl, insanı odağa alan duyarlılık, çevreyi sahiplenen hassasiyet yitiyor.

Savaştan beri kurucu değil yıkıcı bir aklımız var, geliştirici değil kendini kurtarıcı… Toplumun değil bireyin kazandığı, kişisel mülkiyet gelişirken ülkenin daraldığı bir anlayış… Tüm bunlara “yalan” diyen olmasa da iş pratiğe geldi mi çoğunluk yine bildiğini yaşıyor, kendinden kötüsünü örnekliyor, değişimin hep bir başkasından başlamasını istiyor. Asıl facia burada! Tam bir zihniyet depremi var ve epeydir enkazın içinde yaşıyoruz, görkeme ve gösterişe yanılarak…

Bir de ‘ana yavru’ çelişkimiz var tabii… Tarihsel bağlılık, sevgi, kardeşlik başkadır, geleceği kurgulamak bambaşka… Türkiye tapınması üzerinden hayat iyileşmiyor. Avrupa’yı kendimize örnek almalıyız ve geleceği, orada aramalıyız. Bunu Kıbrıs için değil sadece Türkiye için de temenni ederek… Bu azgelişmişlik halinde kurtulmak için en önemli garantinin gelişmişlik olduğunu görmemiz şart. Yoksa canımız da güvende değildir malımız da…


Uygarlıktan yana olmalı tercihlerimiz… Cehalet ve kadercilik, milliyetçilik ve bağnazlık değil… Bunun için demokrasisi, bilimi, özgürlükleri, yaşam standardı ileri ülkeleri örnek almalıyız kendimize… Uluslararası topluma karışmalıyız mutlaka… Bilmeliyiz ki, kimi bedeller ödenecek olsa da geleceği kazanacağız. Evlatlarımızı gelişmiş Avrupa kentlerine göndermenin yollarını keşfetmeliyiz…

Dedim ya depremin ardından dökülen onca gözyaşının içinde talana dair pişmanlık yok. Delice kabaran iştahla yaratılan beton yığınları yok… Dere yataklarını işgal yok o gözyaşlarında… Orman arazilerini binbir yalanla, hileyle, rüşvetle, partizanlıkla dağıtmak ve peşkeş çekmek yok…

Bilimden nasipsiz, rant iştahı var. Felaketi felaket yapan gericilik var, dört bir yanımızda…