Şevki Kıralp
Bu yazı dizisinin ilk üç yazısında antik Yunan filozoflarının düşünceleriyle başlayarak 18’inci Yüzyılda Amerikan Bağımsızlığı ve Fransız Devrimi’ne evrilen uzun bir süreçte, siyasal düşünürlerin “toplum yararı” için ortaya koydukları genel önerilerin üzerinde durmaya çalıştık. Modern ulus-devletlerin ve demokrasilerin iki atası olan ABD ve Fransa’da, 19’uncu Yüzyılda burjuvazinin insanı ve insanlığı yücelten Aydınlanmayı kendi amaçlarına alet ettiğini ortaya koymuştuk. Böylelikle, toplumlara “kendileri için neyin yararlı olduğuna kendileri karar verme” fırsatı sunan modern “demokrasilerin” başlangıç evresindeki çeşitli çelişkileri ele almış olmuştuk. Bu yazıda Aydınlanmanın pratikteki çelişkilerine değil, bizzat düşünsel özlerine dair derin itirazları olan bir siyasi ideolojiyi, Muhafazakârlığı mercek altına alacağız. Her şeyden önce Rönesans ve Aydınlanma, insana, insanlığa ve insan aklına güven duyan, bilimi ve özgürlüğü (özellikle Rönesans boyunca büyük bedeller ödeyerek) savunan üretken beyinlerin çağlarıydı. Muhafazakârlar ise toplum için neyin yararlı olduğunun belirlenmesinde insan aklına değil ilahi güce ve geleneklere güvenmekteydiler. Aydınlanma ve modernitenin temsil ettiği “yeniliğin” insanlığın yüzyıllar boyunca sahip çıkarak geliştirdiği “mirası” tehdit ettiğini öne sürüyorlardı. Muhafazakârlar insanın özü konusunda Aydınlanmacıların aksine oldukça kötümserdiler ve “fazla özgürlük” arayışının toplumu “bozacağına” inanmaktaydılar. Üstelik, Aydınlanma bireye daha özgür ve daha geniş bir alan açmaya çalışırken Muhafazakârlar için bireye fazla alan açmak tehlikeliydi çünkü önemli olan “parça” değil “bütündü”. Aydınlanmacıların bireyi ve toplumu “yönetim baskılarından kurtarma” tezi de otoriteyi ve hiyerarşiyi kutsayan muhafazakârların son derece soğuk baktıkları bir iddiaydı. Dolayısıyla Fransa ve Birleşik Krallık’taki muhafazakârlar 18 ve 19’uncu yüzyıllarda aristokrasiyi ve monarşiyi savunarak “yeniliğe karşı geleneğin” yanında durmuşlar, Fransız ve Amerikan devrimlerinin cumhuriyetçiliğine karşı çıkmışlardı. Modernitenin bilim-akıl-sekülarizm üçlemesine karşı Kilise’nin, otoriter hiyerarşinin ve aristokrasinin yanında yer alan Muhafazakârlar, ilerleyen yüzyıllarda engellenemez biçimde dünya geneline yayılacak olan moderniteyi durdurma çabası içerisine girmişlerdi.
Muhafazakârlığın kurucuları arasında kabul edilen İngiliz düşünür Edmund Burke, 1790 yılında yayınlanan “Reflections on the Revolution in France” adlı eserinde yenilik ve değişime tamamen karşı çıkmıyor, fakat toplumsal değişimlerin kademeli olarak, uzun vadeye yayılarak ve “yavaş yavaş” gerçekleşmesi gerektiğini ortaya koyuyordu. Burke, yüzyıllar içerisinde uzun vadeli süreçler neticesinde inşa edilen toplumsal yapılara (kilise, otorite, hiyerarşi, gelenekler, toplumsal normlar, aile ve benzeri) güven duyuyor ve bu yapıların korunması gerektiğini savunuyordu. İlkesel olarak devrime de karşı çıkan Burke, uzun süreçlere yayılan reformlar harici yöntemlerle gerçekleşen ani dönüşüm ve değişimlerin toplumu kaosa ve kimliksizliğe sürükleyeceğini iddia ediyordu. Muhafazakârlığın en önemli temsilcilerinden bir diğeri olan Fransız karşı-devrimci Joseph de Maistre, 1819’da yayınlanan “Du Pape” ve 1821’de yayınlanan “Soirées de Saint-Pétersbourg” aracılığıyla sekülarizme ve Cumhuriyete karşı çıkarak teokratik monarşiyi yüceltmekteydi. Maistre devrim ve laikliğin yozlaşmaya sebep olduğunu, özü itibariyle yıkıcı ve kusurlu olan insanın kendi yasalarıyla değil, ancak ve ancak Tanrı’nın kurallarıyla yönetilebileceğini öne sürmekteydi. Amerikan Muhafazakârlığının önde gelen isimlerinden Russell Kirk, 1953’te yayınlanan “The Conservative Mind” aracılığıyla modernitenin yozlaştırıcı etkilerine karşı ahlaki düzeni ve tarihsel birikimi korumaktan yana bir duruş sergilemekteydi. İnsan aklının sınırlarının altını çizen bir diğer muhafazakâr Michael Oakeshott ise 1962’de yayınlanan “Rationalism in Politics” adlı kitabında “aklın şımarıklığı” yerine zaman içerisinde sınanmış, kabul görmüş ve hayatlarımıza yerleşmiş geleneklerin pragmatizmine güvenmemizi tavsiye etmektedir.
Modernite, 18 ve 19’uncu yüzyılların Alman ve İtalyan romantikleri tarafından kültürleri ve kimlikleri eritmekle de suçlanmıştır. Aydınlanmanın, Fransız Devriminin ve demokrasinin “evrensellik” iddiaları, yani “dünyanın her yerinde ve herkes için” geçerli olabilecekleri varsayımı romantiklerin tepkisini çekmişti. Romantiklere göre her kültür kendi biricikliğini yaşamalıydı ve köklü kültürler “evrensellik” adı altında “Fransızlaştırılmamalıydı”. Johann Gottfried Herder’e “Stimmen der Völker in Liedern", Ugo Foscolo’ya ise “Dei Sepolcri” eserlerini yazdıran kültür/ kimliğe duyulan tutku ve toplumun benliğini moderniteden korumak üzere gelişen refleksler Alman ve İtalyan milliyetçiliklerinin kültür ve etnik kimlik merkezli gelişmesine katkıda bulunmuştur. Üstelik, Naziler ve Faşistler romantik aydınların görüşlerini kendi ırkçı ideolojilerine alet etmekte bir sakınca da görmemişlerdi. Devleti kutsayarak bireyi küçümseyen faşistler Fransız Devrimine ve onunla bağlantılı liberal-demokrat değerlere savaş açmaktaydılar. Naziler ise “üstün ırk” düşüncesi ile tamamen ters olan “evrensel eşitlik” iddiasını taşıdığı için (ki Fransız devrimcilerin bu iddiayı ne ölçüde hayata geçirdiklerini yazı dizisinin bir önceki yazısında ele almıştık) Fransız Devrimi’ne de modern demokrasi ilkelerine de karşıydılar.
Başlangıçtaki Liberalizm-Muhafazakârlık zıtlaşması ilerleyen yüzyıllarda yerini belirli durumlarda bir tür Kapitalizm-Muhafazakârlık ittifakına bırakmıştır ve bu ittifak ilerleyen yazılarda detaylı olarak ele alınacaktır. Ancak, pek çok ülkede benzerlerine rastladığımız Aydınlanmacılar-Muhafazakârlar kutuplaşmalarının pek çok durumda her iki tarafın siyasal aktörlerine birden sağladığı önemli faydaların üzerinde şimdi de kısaca durmak gerekmektedir. “Eski” ile “yeni” arasında, “yenilikçiler” ile “gelenekçiler” arasında, “ilericiler” ile “eski kafalılar” arasında ya da “özünü unutanlar” ile “değerlerini koruyanlar” arasındaki zıtlaşmanın “her iki tarafa” birden nasıl fayda sağlayabildiğini görmemiz, siyasetin çoğu ülkedeki gündeminin çoğu zaman özlü sorunlarla çok da ilgili olmadığını kavramamız açısından önemlidir. Böylesi ayrışmalarda taraflar “danışıklı dövüş” içerisinde hareket etmeseler de “eski” ile “yeni” arasındaki mücadele her iki taraf için de oldukça zahmetsiz ve masrafsızdır. İnsanların “eskiye” ya da “yeniye” odaklanması ve siyasal tavırlarını bu doğrultuda takınmaları yoksulluğu ve sosyo-ekonomik adaletsizlikleri “kamufle” etmek için son derece kullanışlıdır. Üstelik bu düalizmin her zaman (ve her ülkede) sadece modernite ile Muhafazakârlık arasında olması da gerekmez. Daha da vahimi, genel anlamda sınıflar-arası dengesizliklere odaklanmayan tüm siyasi hareketlerin bu oportünizme bulaşma tehlikesi vardır.
18 ve 19’uncu yüzyıllarda siyasal düşünce din ile akıl arasındaki ilişkiyi (ya da mesafeyi) kurgulamaya çalışmaktaydı. Batılı muhafazakârlar, Aydınlanmayı toplumları “binlerce yıllık gelenekler ve Tanrı buyrukları yerine yanılmaya açık insan aklının peşinden sürüklemekle” suçlarken romantikler Aydınlanmanın köklü kültür ve kimlikleri tehdit ettiğini iddia etmekteydiler. Dolayısıyla Aydınlanma, halkları dinden, geleneklerden ve kültürlerinden uzaklaştırmakla itham edilmekteydi. Sınıfsal açıdan bakıldığı zaman soylular ve ruhban sınıfı muhafazakâr düşünceyi desteklerken üretim süreçlerine hükmettiği için siyasal gücü de ele almaya çalışan burjuvazi daha ziyade laik, demokratik ve Aydınlanmacı bir konumda yer almaktaydı. Diğer bir değişle, 18 ve 19’uncu yüzyıllarda Aydınlanmacı liberalizm ile Muhafazakârlık birbirlerine oldukça zıttılar. Bu iki ideoloji özellikle 20’nci yüzyılda Marksizm karşısında “ateşkes” ilan etmiştir. Hatta bugün Avrupa Parlamentosundaki “European People’s Party” örneğinde de gördüğümüz gibi, liberaller ile muhafazakârların iş birliğine dayalı siyasi iktidarlar da bulunmaktadır. Günümüz muhafazakârları uzun zamandır liberal demokrasi ve onun kurumlarıyla uyumlu hale gelmişlerdir. Muhafazakârlar artık mutlakiyetçi monarşileri savunmamaktadırlar. Pek çok ülkede cumhuriyetleri benimseyebilmektedirler. Yine de Aydınlanmacı evrensellikten türeyen, günümüze uygun “yenilikçi” fikirlere karşı ilk direnişi genellikle muhafazakârlar göstermektedirler.
19’uncu yüzyıldaki Osmanlı Muhafazakârlığı Batıdaki Muhafazakârlık ile çeşitli farklılıklar ve benzerlikler göstermekteydi. Namık Kemal, 1883 yılında kaleme aldığı “Renan Risâlesi” ile İslam’ın bilimsel gelişmeyi engellediğini iddia eden Ernest Renan’ın “L’Islamisme et la science” adlı konferansta ortaya koyduğu görüşlere yanıt veriyor ve İslam’ın insan aklının kullanılmasına oldukça elverişli bir din olduğunu savunuyordu. Mehmet Akif Ersoy, 1911-1933 yılları arasında yayınlanan şiir kitaplarından oluşan “Safahat” ile Batı’nın bilimsel gelişiminin takip edilmesi ve örnek alınmasını ancak bunun Batı’nın kültürüne özenilmeden, Osmanlı’nın Müslüman kimliğinden ödün verilmeden gerçekleştirilmesini savunmaktaydı. Said Halim Paşa ise, 1919’da yayınlanan “Buhranlarımız” aracılığıyla bilimsel gelişimin Müslüman kimliği korunarak sağlanması gerektiğini ortaya koymaktaydı. Dolayısıyla, Osmanlı Muhafazakârlığı genellikle akla ve bilime açık, Batı’nın kültürel hegemonyasına kapalı bir siyasal istikametten yanaydı. 19’uncu Yüzyıl’da bir yanda Avrupa’nın büyük devletlerinin baskılarıyla, diğer yanda ise İstanbul’un terakki (gelişme) arayışlarıyla hayata geçirilen Tanzimat (1839) ve Islahat (1856) fermanları Osmanlı İmparatorluğu’nu hızla “Batılılaştırırken” dini ve kültürel değerleri koruma reflekslerini, tıpkı Batı’da olduğu gibi, muhafazakâr görüş geliştirmekteydi.
Muhafazakârlık, özellikle ABD ve Batı Avrupa’da modernite ve Aydınlanmaya karşı geliştirilmiş reaksiyoner bir ideolojiydi. Aydınlanmanın dini inançları, kültürleri ve kimlikleri yıpratarak toplumları çökerteceğine dair endişeleri temsil etmekteydi. Aydınlanma gibi o da günümüze kadar gelmeyi başardı. Aydınlanmanın çocukları ile (liberalizm ve demokrasi) bazen ittifak bazen çatışma halinde varlığını sürdürdü ve dünya genelinde sosyopolitik yaşamın ayrılmaz bir parçası halinde kaldı. Güçlendiği zamanlar da oldu, zayıfladığı zamanlar da. Muhafazakârlığın Aydınlanma ile yüzyıllardır devam eden ilişkilerinden çıkarabileceğimiz en büyük ders, belki de, değişimin de değişime direncin de insanlığın ayrılmaz birer parçası oldukları değildir. Aksine, “aklı” yücelten Aydınlanmacılar ile “akla” karşı temkinli davranan muhafazakârların yeri gelince “ortak akıl” ile hareket edebildikleridir. Unutulmamalıdır ki, Batı’daki sosyal refah devletini “katlederek” neoliberalizme kapı açan Birleşik Krallık’taki Margaret Thatcher ve ABD’deki Ronald Reagan kendi ülkelerindeki siyasal muhafazakârlığın en güçlü figürleri arasındaydılar. Yine unutulmamalıdır ki, liberalizmi en piyasacı haline getiren bu iki liderin partileri, yani Birleşik Krallık’taki Muhafazakâr (Conservative) Parti ile ABD’deki Cumhuriyetçiler ise muhafazakârlığın amiral gemileridir. Bir sonraki yazıda Liberalizm ile Muhafazakârlığı zoraki bir ittifak kurmaya zorlayan Marksizm ele alınacaktır.
Kaynakça:
Bostan, M. H. (2019). Said Halim Paşa ve Fikirleri. 21. Yüzyılda Eğitim ve Toplum, 8(22), 53-90.
Ferber, M. (Ed.). (2008). A companion to European romanticism. John Wiley & Sons.
Guida, M. (2011). Al-Afghānī and Namık Kemal's Replies to Ernest Renan: Two Anti-Westernist Works in the Formative Stage of Islamist Thought. Turkish journal of politics, 2(2).
Heywood, A. (2006). Siyaset. Liberte Yayınları.
Özgürel, E. G. (2014). Mehmet Âkif Ersoy'un Safahat Adlı Eserinde Batı Medeniyetini Olumlayıcı Yaklaşımlar. Gazi Türkiyat, 1(15), 143-151.
Löwy, M., & Sayre, R. (2002). Romanticism against the Tide of Modernity. Duke University Press.
McClelland, J. S., & McClelland, J. S. (2005). A history of western political thought. Routledge.
Muller, J. Z. (1997). Conservatism: An anthology of social and political thought from David Hume to the present. Princeton University Press.