Fezel Nizam
“Amacımız bu dar perspektifin [ataerki ve hiyerarşiler] ötesine gitmek; çeşitliliğimizi ve bundan farklı bir şekilde; erkeklerin kadınlar üzerinde egemenlik kurmasına, coşkun soyguncunun daha fazla ekonomik gelir için doğal kaynakları yağmalamasına izin veren dünya yapısındaki içsel eşitsizlikleri ele almaktır.”- Vandana Shiva
Eşitsizliklerin dünyasına doğduk. Daha küçük çocuklarken, cinsiyet farkımızdan dolayı farklı kültürel normların kapanına kısıldık. Kadınlığımız bir ötekileştirme aracı, sömürünün meşru mabedi haline geldi. Yüz yıllar boyunca ezildik, hor görüldük, yetersiz olarak algılandık, görmezden gelindik, sömürüldük ve daha nice ötekileştirmelere maruz kaldık. Kalmaya da devam ediyoruz. Ama hiçbir zaman acınası olmadık ve eşitsizlikleri kabullenmedik. Bir araya geldik, dayanışmayı büyüttük, eşitsizliklerin nedenini sorguladık. Ataerki dedik, patriarka dedik, kapitalizm dedik, militarizm dedik; en sonunda erkekliğin güçle bir bağlantısı var diyerek pazılın parçalarını bir araya getirmeye başladık.
Peki, eşitsizlikler bu kadar mıydı? Erkin kadınlar üzerindeki tahakkümünü ve cinsiyet eşitsizliklerini ortadan kaldırmayı başarsak sorunlar çözülecek mi? Benim için bu soruların cevabı elbette ki kocaman bir HAYIR. İnsan merkezci bakış açımızdan vazgeçmediğimiz sürece, var olan sorunlar farklı vücutlarda karşımıza çıkmaya devam edecek. Kadını tahakküm altına alan patriarkal zihniyet ile doğayı ve hissedebilen diğer canlıları sınırsızca sömürmeyi hak gören zihniyet arasında bağlantı kuramadığımız ve feminist mücadeleyi daha ileriye taşıyamadığımız sürece elde ettiğimiz kazanımların günü kurtarmaktan öteye geçmeyeceğini düşünüyorum.
Toplumsal normlar ve öğretiler dünyayı kısıtlı bir bakış açısı ile görmeyi öğretir. Bu da insan merkezci, gücün ve hiyerarşinin tahakkümün bir aracı olarak kullanıldığı dünyanın devamlılığını sağlar. Bu noktada anti-kapitalist anti-patriarkal perspektifi geliştirip, dünya geneline yaymak bir çözüm kapısı aralayabilir. Toplumsal normların kadınlar ve doğa üzerindeki tahakkümü haklı gösterme çabasına karşı ekofeminist mücadeleyi benimseyerek, sadece kadın haklarına odaklanmak yerine doğanın ve hissedebilen tüm diğer hayvanların da hak mücadelesinin bir parçası olmalıyız. Cinsiyetçilik, heteronormativite, ırkçılık, engelli ayrımcılığı ve çevresel yıkımların türcülük ile derin bağlantı taşıdıklarını aşikârdır. Kar payı güden, güce aç erkin üstünlük kurarak tahakküm etme hastalığı olduğunu yazmakta fayda görüyorum. Bu bağlamda ekofeminizmi ise eşitsiz sosyoekonomik ilişkileri, erkeğin kadına, insanın doğaya ve hayvanlara tahakküm etme hakkını sorgulayan eleştirel yeni bir ütopik ufuk olarak yorumluyorum.
Toplumsal cinsiyet eşitsizliği ve küresel ısınma, iklim krizi ifadeleri bir hayli popüler son zamanlarda. Günlük hayatımızın bir parçası olarak sürekli duymaya başladığımız bu ifadelerin kullanım sıklığı arttıkça, altı boşaltılıyor. Sebepleri sorgulanmayan ya da daha konformist bir yerden durarak nedenleri görmezden gelinen bu iki hayati mesele, sadece konuşarak aşılabilecek sorunlar değil. Örneğin bir sendika başkanının toplumsal cinsiyet eşitliğini önemsediğini söylediği halde, bulunduğu sendikada ağırlıklı olarak erkeklerin görev almasından rahatsız olmaması büyük bir çelişkidir. Ya da haber bültenini sunan sunucunun küresel ısınmadan dolayı yaşanan dere taşkınlarını konuşurken, doğanın yağmalanmasını ya da küresel ısınmanın en büyük sebeplerinden biri olan hayvanları ve hayvansal gıda tüketimini konuş(a)muyor olması da bir o kadar gülünçtür. Örnekleri çoğaltacak olursak, kadınların yaşadığı hak ihlallerinden bahseden bir feministin benzer sömürülere maruz kalan hayvanları düşün(e)meden, et tüketiyor olması da benzer derecede ürkütücüdür.
Ekofeminizm-ekolojik mücadele
Küresel bir iklim krizinin içinden geçtiğimiz bu günlerde, bakış açımızı genişleterek siyaseti yerelin ötesine taşıma vaktimiz geldi de geçiyor bile. Ekolojik mücadele başlığı altında doğayı romantize edip; “çevremizi temiz tutalım, yerlere çöp atmayalım” şiarından öteye geçmeliyiz. İklim değişikliğine dair, acilen küresel önlemleri hayatımızın parçası haline getirmeliyiz. “Küçük bir adada yaşıyoruz, bunun burasında 300 – 500 bin kişiyiz. Alacağımız önlemler küresel anlamda bir işe yaramayacaktır.” söylemlerini duyar gibi oluyorum. Bu noktada ise Kate Millet’in “kişisel olan politiktir” sözünü hatırlatmak isterim. Bireysel olarak attığımız her adım, taleplerimizin küresel anlamda bir geri dönüşü olacaktır. Bu sistemin öyle veya böyle bir şekilde içinde yaşıyorsak, küresel ısınmada bizim de payımız olduğu açıktır. Bu anlamda atılacak her adım geri dönüşün bir parçası olacaktır.
Eğer küresel iklim krizinden bahsetmeye devam edeceksek, bunun en büyük sebeplerinden bir olan endüstriyel hayvancılık sektörünü de belirtmek gereklidir. İnsan merkezci, keyif ve haz duyguları için katledilen hayvanlara ek olarak, dünya üzerindeki kirliliğin %18-51’i hayvancılık endüstrisinden kaynaklanıyor olduğunu da hesaba katmakta fayda vardır. Ayrıca hayvancılık sektörü yağmur ormanlarının yok olmasının %91’inden, iklim değişimininse %45’inden sorumludur.
Ekoloji mücadelesini ise salt küresel iklim krizine karşı mücadele olarak okumak ise eksik olacaktır. Bunun yanında doğanın her türlü talanı ve tahribatı, doğal kaynakların sadece insanlığın kullanımına sunulduğu yanılsaması da ekolojik mücadelenin bir parçasıdır. Farklı amaçlarla kullanılabilecekken, endüstriyel hayvancılığa yem sağlamak için kullanılan yüzbinlerce hektar alan da benzer şekilde doğal talan olarak okumak gerekmektedir.
Ekofeminizm; kadınların, tıpkı doğal kaynaklar gibi görüldüğünü söyler: alınır, yağmalanır ve kullanılırlar. Gezegene verilen ciddi çevresel zarar ve kadınların baskılanması arasında ciddi bir ilişki olduğu ortadadır. Her ikisi de kapitalist partiyarka tarafından tahakküm altına alınmaya çalışılıyor. Kadınlar ve çevre aynı ataerkil egemen güçler tarafından sömürülür.
Veganlık-Ekofeminizm
Birleşmiş Milletler Uyuşturucu ve Suç Ofisi (UNODC) tarafından yayınlanan yeni verilere göre, dünya genelinde her gün ortalama 137 kadın, partneri veya aile üyesi tarafından öldürülüyor. Ayrıca her yıl yaklaşık olarak 60 milyar kara hayvanı ve 1 trilyondan fazla deniz hayvanı, insansal hazlar uğruna ticari anlamda kullanılıyor veya öldürülüyor. Ölümlerle dolu bir dünyada yaşarken tüm hissedebilen canlıların yaşam hakkını savunmak bir gerekliliktir.
Yaşayan hayvanları “et” haline getirip, tüketim nesnesi yapan zihniyet ile kadınları bir mal veya “cinsel obje” olarak gören zihniyet tamamen aynıdır. Her iki canlı grubu da nesneleştiriliyor ve bu nesneleştirilme aracılığı ile istismar edilmeleri meşrulaştırılıyor. Kadının insan haklarını inkâr eden eril şiddet ile hayvanın yaşam hakkını göz ardı eden kesme eylemi ancak nesneleştirme yolu ile meşrulaştırılıyor. Aslına bakarsanız, et yemek ile ataerki arasındaki bağlantılar o denli yoğundur ki, et kadının maruz kaldığı şiddetin metaforu olarak da sıkça kullanılır. “Et” kadına uygulanan şiddet ile sindirme veya tecavüzden sonra kadını tüketme modeli olarak çoğu zaman başvurulan bir örnekleme olur. Cinsel olarak arzulanan bir kadın, bir an önce elde edilmelidir. Hem hayvanları hem de kadını tüketilesi bir objeye dönüştürmek, dünya üzerindeki varlıklarını görmezden gelmenin en iyi yoludur. Tecavüz mağduru kadınların sıklıkla kullandığı “Kendimi bir et parçası gibi hissettim” söylemi de kadın bedeninin değersizleştirilmesi ile bağlantılıdır.
Peki, biz ataerkiden bu kadar rahatsızken, hayvanları sadece çektiğimiz ıstırabın benzetmesi olarak mı kullanmalıyız? Ayni eril zihniyet hem kadın, hem de hayvan bedeni üzerinde tahakküm kurma arzusundadır. İktidara giden en güzel yol ise şiddetten geçer. Şiddet, Hannah Arendt’in de dediği gibi “Güç ya da fiziksel kuvvetten ayrı olarak daima alet edevata ihtiyaç duyar”. Hayvanlar, kesilmeleri için kullanılan çeşit çeşit, boy boy bıçaklar ile şiddete maruz kalır hatta zaman zaman bu bir gösteri haline getirilir. Kadınlar ise bıçak, silah, kemer aracılığı ile veya taciz-tecavüz vakalarında olduğu gibi el, kol, penis gibi organlar aracılığı ile eril şiddeti hissederler. Hayvanlar ile nesneleştirilmek, görmezden gelinmek yanında ayrıca maruz kaldığımız şiddet araçları yönünden de benzeştiğimiz aşikârdır. Diğer taraftan hayvan sömürüsü, hissedebilen bir canlıyı öldürebilme ve hatta bundan gurur duyma hali, şiddeti meşrulaştırır, günlük bir hadise olarak görülmesine yardımcı olur.
Reklamlar
Dişi hayvanların üreme kapasitesi insanlar için manipüle edilerek kullanılıyor. Daha çok süt, daha çok yumurta, yeni yavrular… Dişi hayvanlar hem hayvan oldukları için hem de dişi oldukları için iki kat sömürüye maruz kalıyorlar. Üreme kapasitesi manipüle edilen bir diğer hissedebilen canlı ise kadınlardır. Nüfus politikalarında daha çok iş gücü, genç bir nüfus gibi artırılabilecek nedenlerden ötürü kadınlara üremeleri veya ürememeleri salık verilir.
“Kadınsal” olarak addedilen meseleler devletler yani erk tarafından ikinci planda ve önemsiz sayılıyor. “Bu kadar sorun varken” ile başlayan cümlelere aşina hale geldik yıllardır. Mesele hayvan özgürlüğü konusu konuşulmaya başlandığında da aynı hazır cevaplar veriliyor. “Bu kadar önemli sorunları hallettik de bu mu kaldı?”. Kadınlar da, hayvanlar da ikinci plana atılıyor ve önemsiz olarak değerlendiriliyor.
Doğaya tahakküm, hayvanların sömürüsü ve katledilmesi ve kadınların cinsiyetçi bakış açısı ile ötekileştirilmesi. Hepsi aslında benzer şekillerde gerçekleşiyor. Bunlar arasındaki derin bağlantıyı ve paralelliği görmeye başladığımız noktada feminist mücadeleyi bir adım öteye taşımaya başlayacağız.
Hayvanları yiyen, doğayı talan eden ataerkil dünyaya isyan hali olarak, ekofeminist vegan bir mücadele biçimi hayata geçirmeliyiz. Ancak bu şekilde doğa talanına, hayvan sömürüsüne, ırkçılığa, türcülüğe, ataerkiye ve homofobiye karşı mücadele edebiliriz.
İnsan merkezci düşüncenin yerini, etik temeller çerçevesinde eşitlikçi bir yaşam anlayışına bırakabilirsek; yıkımdan değil, alternatif üretimden yana olursak, ölümü değil yaşamı seçersek gezegenimiz daha yaşanılabilir bir yer olacaktır.