Feminist Atölye (FEMA)
Organiko Feminiko
Feministler, 20. Yüzyıl’ın ortalarından beridir artan ekolojik tahribatlara karşı doğa sorununa olan ilgilerini artırıyor. Modern sanayi toplumunun gelişimden bu yana ekolojik sorunlarda artış, insanın, artık doğanın parçası olarak değil, doğaya hükmeden ve ondan sınırsızca yararlanabilen ‘’efendi’’ olarak tanımlanmasına yol açıyor. Kapitalist ataerkil sistemin her alanında üretilen hiyerarşik ve otoriter figürler doğa-insan ilişkisinde de üretiliyor. Ataerkil sisteminde tanımlanan ‘’beyaz- heteroseksüel erkek’’, hiyerarşik yapının en üst katmanında yer alıyor; kadınlar, LGBTQ vb. gibi gruplara alt sıralar veriliyor. İnsan-doğa ilişkisi içinde de insan, doğanın üstündeki erk olarak tanımlanıyor. Ancak bana göre insan doğanın hükümdarı olma çabası yerine, doğaya zarar vermemek için uğraşmalı. Bu bağlamda ekofeminizm, feminizm ve doğa ekseninde gelişen sorunları kendine mesele ediyor.
Kapitalist ataerkil sistemde kadının ev içindeki emeği sömürülürken, doğa da aynı eksende sömürülüyor. Nasıl ki kadının ev içinde harcadığı karşılıksız emek görünmez kılınıp, kadının “görevi” olarak kabul ediliyor ve aile fertleri tarafından sömürülüyorsa, doğanın insanlara fayda bahşetmek için kendini tüm yıkımlara rağmen nasıl yeniden ürettiği de görünmez kılınarak, tüm ekolojik sistem insanların ihtiyacı doğrultusunda sömürüye maruz kalıyor. Hatta daha fazla ileri gidiyorum, tüketim toplumunda yaşayan bizler sadece ihtiyaç temelinde tanımlanamayan tüketim çılgınlığımızla doğayı sömürmekteyiz. Ancak vakit daralmadan bunun önüne geçilmeli, ekosistem içinde insanların hakları kadar, bitkilerin, hayvanların haklarının da mevcut olduğunu hatırlamalıyız.
Doğanın dengesinin bozulmasına insanların çeşitli faaliyetleri neden oluyor, bundan dolayı da harekete geçmesi gerekenin bizler olduğunu savunuyorum. İnsan faaliyetlerinden kastımda amacım insanı suçlamak değildir, sistemi ve bu sistem içinde tanımlanan ‘’insanı’’nın faaliyetlerini sorguluyorum.
Doğa, insan karşısında ikincilleştirilmesinin yanı sıra nesneleştiriliyor. Dalından koparılan çiçeklerin yaşam hakkı gasp ediliyor. Çiçeklerin üzerlerinden para kazanmak adına çiçeklerin piyasası oluşturuluyor. Ekosistem içindeki muhteşem uyum ve dengeyi bizler bu şekilde bozuyoruz. Doğanın sahip olduğu dengenin içindeki her bir canlının yerini önemle vurgulamalıyız. Bazen küçük bir böceğin neslinin tükenmesi bile ekosistemi etkilemeye ve uyumun değişimine neden olmakta. Doğanın nesneleştirilerek sömürülmesi ataerkil sistemde kadın bedeninin nesneleştirilmesine çok benziyor. Bunu da en çok “anne” ve “tabiat ana” metaforlarının benzerliğinde görüyoruz. Kadın bedeni sürekli olarak nüfus ve asker gücü üreten bir “anne” bedeni olarak kurgulanırken, çocukları için her türlü fedakârlığı yapmaya hazır, her türlü şiddeti göğüslemeye razı bir kimlik olarak tanımlanıyor. Ataerkil sistem kadınları “anne” olarak imleyip onlara birtakım rol ve görevler atfederken, kadınların bireyler olarak nasıl yaşamak istediklerini sorgulama dışı bırakıyor. Tıpkı “tabiat ana” metaforunda olduğu gibi, doğa da ne olursa olsun insanın yarattığı her türlü şiddet ve yıkımı göğüslemeye hazır, bahşedici bir anne-kadın gibi tasarlanıyor; fakat bu “tabiat ana”nın bünyesinde yaşayan milyonlarca canlı türünün nasıl yaşam mücadelesi verdiği sorgulanmıyor!
Doğanın metalaştırılmasına örnek, hayvanlar âleminden de verilebilir. Konfeksiyon üretimleri içinde hayvanların derileri kullanılıyor, tüketim alanını genişletmek için köpeklerin genleriyle oynanıyor. Tarımda kullanılan kimyasal maddeler, enerji üretimimiz için kullanılan termik, hidroelektrik, nükleer santraller hayvanlara bitkilere zarar verdiği kadar, insanların yaşamına da zarar veriyor. Alternatif enerji kaynaklarına yönelmemizin gerekli olduğunu düşünüyorum, güneş ve rüzgar gibi…
Ataerkil sistem içinde şiddeti, güç ve denetim sarmalı içinde bir tür baskı mekanizması olarak yorumlayabilirim. Şiddetin eğitim seviyesi, maddi durumla bir ilgisi olduğunu düşünmüyorum. Şiddet, sınıfsal, etnik ya da eğitim durumu fark etmeksizin, eril düzenin iktidarını içselleştirmiş tüm “erkeklerden” gelebiliyor. Ataerkil sistem içinde kadına, çocuğa yönelik şiddet tahakküm arzusu noktasında kendisini yeniden üretiyor. Bunların yanında hayvanlara yönelik şiddette de, aynı tahakküm ihtiyacından kaynaklanıyor Mekanizma ve mantık değişmemiş, sadece olayların mağdurlarında değişiklikler söz konusu.
İnsan, doğaya (hayvanlar alemi de içinde) tahakküm arzusu ile biçimlenen hiyerarşik bir yapı içinde yaklaşıyor. Burada verdiğim örneklerin çok daha fazlasını yaşamakta ve yaşatmaktayız. Doğaya olan ilgilinin ‘’ doğaya saygı duyun’’ sloganı dışında başka bir var olma şeklini göremiyoruz. Ancak bu söylem dahi doğa-insan arasında hiyerarşik bir yapı oluşturmuyor mu?
Kendini doğadan ayrı tutup, ona hükmetmeye çalışan bizler yaptıklarımızla, hem kendi yaşam alanımızı hem de hayvan ve bitkilerin yaşam alanını daraltmaktayız. Doğaya karşı takındığımız insan merkezli bakışla, doğaya zarar veriyoruz.
Ataerkil sistemin içinde farklı birimler üzerinden söylem ve kurulan mantıklar değişse de yapılanlar, yaptırılanlar aslında hep aynı ve birbiriyle bağlantılı…
CİNSİYETÇİ VE AYRIMCI YAYINLARA “DUR” DE!
Kuzey Kıbrıs’ta faaliyet gösteren televizyonlar ve radyoların belirli ilkeler çerçevesinde yayın yapmasını garanti altına alan ve izleyen bir Yayın Yüksek Kurulu olmasına rağmen, gazetecilik sektöründe medya etiğini gözeten ve gazetelerin insan hak ve özgürlükleri çerçevesinde yayın yapmasını takip eden herhangi bir kurum bulunmuyor. Kıbrıs Türk Gazeteciler Birliği’nin yayınlamış olduğu “Gazetecilik Hak ve Sorumluluk Bildirgesi” , gazetecilerin sahip olduğu haklar yanında, onların hangi etik kurallar çerçevesinde yayın yapması gerektiğini ilkesel bir çerçeveye oturtmuş olsa da, bazı gazeteciler ve köşe yazarları bu ilkeleri hiçe sayarak cinsiyetçi ve ayrımcı yayınlar yapmaya devam ediyor.
Örneğin, kan, gözyaşı ve muhtelif şiddet türlerini tüm çıplaklığı ile sergilemeyi ve haberleri tarafsızlık çerçevesinde yayınlama ilkesini düzenli olarak ihlal etmeyi alışkanlık haline getirmiş Kıbrıs Gazetesi’nin yayınları cinsiyetçi ve ayrımcı kültürü yeniden üretmeye devam ediyor. 21 Ekim 2011 Cuma günü, bu gazetenin manşetinden verilen haberde olduğu gibi, elim bir cinayet haberi adeta paparazzi malzemesi yapılırcasına okuyucuya aktarılıyor; yabancı uyruklu bir kadın “fettan, para düşkünü” bir imaj içine yerleştirilirken, cinayeti gerçekleştiren kişi adeta haklı çıkarılıyor. Şiddet kültürünü onaylamanın ve yeniden üretmenin kabul edilebilir bir tarafı olmadığını ifade ederek, Kıbrıs Gazetesi’ni insan hak ve özgürlükleri çerçevesinde yayın yapmaya ve“Gazetecilik Hak ve Sorumluluk Bildirgesi” ne uymaya davet ediyoruz.
Bu davet, Sayın Fatma Azgın’a Leyla Zana ile ilgili yazdığı bir yazıdan dolayı, korkunç ve edepsiz bir dille saldıran Alihan Pehlivan için de geçerli. Alihan Pehlivan, fikri düzeyde yürütülmesi gereken bir tartışmayı sürdürecek bilgi ve donanıma sahip olmayan her maço köşe yazarı gibi, ifade etmek istediği görüşü küfür içeren cinsiyetçi cümlelerle dile getirmiş; köşe yazarı olmanın gerektirdiği kamusal sorumluluğu unutarak Fatma Azgın nezdinde tüm kadınlara hakaret etmiştir. Alihan Pehlivan’a, bir gazetede kaptığı köşenin kendisinin şovenizm ve kabadayılıkla bezenmiş ideolojik seyrimelerini okuyucuya boşaltmanın mecrası olmadığını hatırlatırken, ayrımcı, ırkçı, cinsiyetçi yayınları engellemek konusunda büyük hassasiyet gösterdiğini bildiğimiz Kıbrıs Türk Gazeteciler Birliği’nin de bu gidişata “dur” demek için daha çok çaba göstermesini rica ederiz.