Okullarda “öğrenci öğretmen oranı” rakamlara 10’a 1 gibi yansırken pratiğin niye böyle olmadığını sorgulamıştım.
Çağdaş hocam bir katkı yaptı.
“1 öğrenci son uygulamaya göre haftada 39 ders alır. Bir öğretmen de yine son geçirilen yasa doğrultusunda en fazla 20 ders yapabilir. Kıdemli öğretmenler 18 ya da 15 ders yapıyorlar. Bu hesapla ilerlersek öğrenci 39 saat ders yaptığına ve öğretmen ortalama 18-19 saat ders verdiğine göre daha en baştan öğrenci başına düşecek öğretmen sayısını 2 ile çarpmak gerekir.”
İşin bu yönü önemli…
Bir de özel branşlar var tabii…
Kimi zaman az sayıda öğrenci için bir öğretmen gerekiyor.
Şunu da öğrendim…
Ders dışında öğretmenlere kimi sorumluluklar veriliyor.
“Okul dergisi” hazırlamak gibi örneğin…
Bu durumda da “ders saati denkliği” uygulanıyor.
Daha açık anlatımla, diğer uğraş ve işler “ders saatinden” kabul ediliyor.
***
Bir diğer katkı liseden sınıf arkadaşım, Gürel hocamdan geldi.
Kendinden örnek verdi.
“Bülent Ecevit Anadolu Lisesi’nden öğretmendim. Tayin için ilk tercihim Kolej’di. Sıram geldi ve beni Kolej’e gönderdiler. Okula gittiğim zaman bana dediler ki, burada sana ihtiyaç yok, başka okullara gideceksin. O ne demek? Bana git dediler, gittim. Sonraki yıllarda benzer durumları yaşadık. Örneğin okula bir Fransızca öğretmeni geldi ancak bu yönde bir öğretmen açığı yoktu, zaten mevcut öğretmenler dersler için yeterliydi. Kimi okullarda ders saatinden fazla öğretmen varken, kimilerinde de yetersizlik var.”
‘Eksik veri ya da bilgi varsa açığı orada arayınız’
Gazeteci ustalarımızdan şunu öğrenmiştik, bir yerde eksik bilgi ya da veri varsa, kimi rakamlar gizleniyorsa, açığı ve sorunu orada arayınız.
Eğitim Bakanlığı – ve sendikaların- yayınladığı tablolarda her okulda kaç şube, kaç öğrenci olduğu okul okul görülüyor.
Ancak öğretmen ve ders saati verileri yayınlanmıyor.
O zaman hakikati anlamak güçleşiyor.
Sayıca çok daha yüksek olmasına rağmen okul bazında öğrenci rakamları varken öğretmen ve ders saatine dair istatistikler neden açıklanmıyor?
Eğitim özelinde bir sorun değil bu…
Örneğin sağlıkta da böylesi verilere ulaşamazsınız.
Doktor, hasta, poliklinik, ameliyat rakamları yayınlanmayan ender ülkelerden biriyiz.
Sağlıkta ‘mesai saati’ dahi açıklanmıyor maalesef…
“Hesap vermek” konusunda tepeden tırnağa bir isteksizlik var.
‘Bütçe nasıl planlanacak?’
Yapısal sorunlarımızı “feryat figan” değil çok daha derinlikli konuşmak için şeffaflığa, açıklığa, bilgiye ihtiyaç duyuyoruz.
Niye?
Çünkü kaynaklarımız sınırlı…
“İhtiyaç” ya da “eksikler”e dair onlarca sayfa liste yayınlanıyor.
Tüm bu eksikleri gidermek için bütçenin nasıl pay edileceğini de konuşamazsak eğer sonuç alamayacağız.
Ciddi bir defomuz var.
Ülkenin ortak kaynakları yüzde 80 oranında maaş ve transferler için kullanılıyor.
“Transferler” de çoğunlukla maaş nitelikli!
Altyapı yatırımları nasıl yapılacak o halde?
Kalite nasıl artırılacak?
“Daha fazla vergi toplanmalı…”
“Kayıt dışılık önlenmeli…”
Evet!
Yine de gelen paranın nereye gideceği bütçede planlanmayınca sonuç değişmiyor.
Gelirler arttığı zaman altyapı gelişmiyor, daha fazla partizan istihdam yapılıyor!
***
Hep örnek veriyorum, Karayolları bütçesi sadece “maaş”a gidiyorsa ama o maaşı alanların yol yapacak malzemesi, asfaltı, taşı, kumu yoksa eğer…
“Maaş” niçin?
Yol yapmak için ödenen ama yol yapamayan uzmanlar!
Bütçeyi, insan kaynağını, üretimi doğru planlamazsak ömrümüz şikâyetle, kaosla, çıkmazla geçer…
Diyeceksiniz ki “bu ülkeyi biz yönetmiyoruz.”
Haklısınız!
Ama “biz yönetsek” de bu zihniyetle bir yere varamazdık.
Ha belki şu olurdu, düşe kalka ve başımız çarpa çarpa öğrenirdik.
O’na da imkân vermiyorlar.
Bir “bakan” ders kitaplarına inler ve cinler karışmasına sırf koltuğunu korumak için göz yumuyorsa, camiden sınıf, imamdan öğretmen yaratıyorsa, çok daha zor oluyor iyiye ulaşmak…
Türkiye’nin kolektif hafızasında Kıbrıs
Birikim dergisinden de hep okuduğum yazar-editör Tanıl Bora’yla samimi bir röportaj yaptı,
Bulut Unvan… Apostrof dergisinin yeni sayısında yayınlandı.
“1974 haricinde Türkiye’nin kolektif hafızasında Kıbrıs’la ilgili neler var?” diye soruyor Bulut… Tanıl Bora’nın yanıtı ‘garantör’ Türkiye’nin Kıbrıs’a dair bakışını ve eylemlerini de özetliyor aslında…
Türkiye’nin kolektif hafızasında Kıbrıs’a dair neler varmış…
“Sanırım en fazla, ‘Kıbrıs Türktür Türk kalacaktır’ kampanyası, propagandası, yürüyüşleri var. 1950’lerde ve 1960’larda, sol-sağ ayrımı olmaksızın, başta öğrenciler olmak üzere geniş kitleler bununla ajite edilmiş. Türk milliyetçiliğinin popülerleşmesinin bir vesilesi, bir malzemesi olmuş. Yani aslında bir iç siyaset konusu olarak yer ediyor Kıbrıs, Türkiye’nin kolektif hafızasında. Kıbrıs’ın tarihinin, coğrafyasının, toplumsal yapısının, edebiyatının falan merak edilmemesinin nedeni de bu. Kıbrıs’ın kendisi fazla ilgilendirmemiş Türkiye’dekileri; Kıbrıs’ın, bir milli çıkar konusu olarak ‘fonksiyonu’ ilgilendirmiş.
Kıbrıs, imparatorluk kaybı travmasını canlandıran ve bir yandan da telafi vaat eden bir ‘başlık,’ Türk milliyetçiliği için. Adeta, yitirilmiş imparatorluğun sanki bir defa daha yitirilmesi, kopmuş parçanın bir daha koparılması gibi bir tehdit algısını besliyor... Ve bir yandan da, bir rövanş, bir geri-dönüş, bir ‘istirdat’ (geri alma) hevesine can veriyor. Kıbrıs’ın, kendisi olarak bir hükmü yok. Bu ‘milli duygu’ rejimi içinde temsilî bir işlevi var.”
***
Sanırım tarihsel hafıza dışında şu eksik kalmış.
Şimdilerde Kıbrıs denince “kumar” geliyor akla!
Çeteler…
Pusular…
Rulet ve şarkıcılar…
---
Röportajın tümünü okumak isterseniz:
https://www.apostroff.net/roportajlar/kibris-guclu-bir-keske
---
Soru!
Sizce hangisi daha fazla konuşuldu, ses getirdi, ilgi gördü?
a) Erdoğan’ın New York’taki “KKTC’yi tanıyınız” çağrısı…
b) Hristodulidis’in Kıbrıslı Türklere yönelik açılım vaadi…
c) Ders kitapları içine karışan ‘cinler melekler’...
d) Tüp gaza gelen zam…