Festivaller şehre ne katar?

Serkan Soyalan

   Ülkemizde festival zamanının içindeyiz. Birçok bölgemizde düzenlenen festivaller, yurttaşların yoğun katılımıyla gerçekleşiyor. Yıllar içinde bir ‘marka değere’ dönüşen Mağusa, Girne ve Lefkoşa Festivali gibi festivallerimiz de var. Peki nereden doğdu kentlerin festivalleri? Nasıl olmalı?

 

***

 İstanbul Kültür Sanat Vakfı Genel Müdürü ve Avrupa Kültür Vakfı Başkanı Görgün Taner, şenlik ve festival kelimesinin kökenini şu satırlarla anlatıyor:

   “Bir kentin dokusunun oluşumuna katkıda bulunan, o kentin sadece içinde bulunduğu ülkenin değil, aynı zamanda tüm dünyanın zaman ötesi bir parçası olmasını sağlayan en önemli öğelerden birini o kentin festivallerinin oluşturduğunu söylemek mümkün. ‘Şenlik’ kelimesine benzer şekilde, ‘festival’ kelimesinin kökeni de nece, mutluluk, coşku anlamlarını içeriyor. Geçmişte bir yandan insanların neşeli vakit geçirmesini sağlarken, esas olarak dini ya da etnik-kültürel kutlamalara araç olan festivaller, bugün çok daha geniş kapsamda, çok daha farklı amaçlara hizmet edecek şekilde düzenleniyor. Yüzyıllar içinde devam ettiği gelişim ve dönüşüm sürecini hâlâ sürdürüyor olsa da, günümüzün kültür-sanat odaklı festivallerinin, eski kuşakların gençlere öyküler anlattığı, böylece bir sonraki yıla yeni değerler aktarılmasını sağlayarak aslında kültürün oluşumuna katkıda bulunmuş ilkel örneklerinin coşkulu ve heyecanlı ruhundan çok uzak olmadığını görüyoruz.”

***

   Peki festivaller şehre ne katıyor?

   Festivalleri ile dünya kültür ve sanat haritasında yer bulan şehirlerin festivallerinin amaçlarından biri, düzenlendikleri coğrafyayı kütür sanat haritası üzerinde konumlandırmaktır. Festivaller, düzenlendikleri şehirlere neşe, renk ve hayat katar, kültür turizminin canlanmasını sağlar.

   Örneğin Cannes Film Festivali, Fransız Rivierası'nın şehirlerinden biri olan ve eşsiz doğal güzellikleriyle göz kamaştırıcı Cannes’a bambaşka bir önem yüklemiştir.

   Taner, festivallerin kentlere neler kattığı ile ilgili şunları da vurgular: “Yapılan festivaller, kültürel bir alışveriş olmanın ötesinde, tüm dünyada kültürel pazara da büyük bir canlılık katıyor. Festivallerin kültür-sanat hayatında yarattığı hareketlenme, festivallerde sunulan yapıtların uluslararası pazarda ilgi çekmesini de kolaylaştırıyor.

   Festivallerin bir başka katkısı da, yurtdışından önemli sanatçıları kendi coğrafyalarına taşıyarak, hem kentlerindeki sanatseverleri besliyor, hem de kentin sanat hayatına kazandırdığı canlılıkla sanat üretimini destekliyor olmaları. Uluslararası İstanbul Müzik Festivali, dünyaca ünlü virtüözleri İstanbul’daki sahnelere taşıyarak dünyada İstanbul’un kültür-sanat kenti imajını güçlendirirken, yerli ve yabancı sanatçıların birlikte konser vermelerinin sağlanmasıyla festival aynı zamanda hem izleyiciler, hem de sanatçılar için bir eğitim süreci olma özelliği taşıyor. Festivaller bu açıdan, sadece izleyicileri değil, aynı zamanda sanatçıları da zenginleştiren etkinlikler olarak kentin sanatsal üretimine katkıda bulunuyor. Yurtdışından gelen önemli sanatçılarla birlikte çalışma fırsatı yakalayan sanatçılar, bu yolla yurtdışında da görünürlük ve ses kazanıyor.”

***

   Biz de festivallerin öneminin bilinciyle, kendi ülkemizde kaliteyi gözeterek, uluslararası festivalleri yaygınlaştırmalı ve bütün bir yıla yaymalıyız. Önümüzdeki süreçte, Kıbrıs’ın kültürel mirasını ve sanatsal birikimini vurgularken, güncel sanat üretim biçimlerini destekleyen yeni festivaller düzenlemeliyiz. Bu açıdan önümüzdeki dönemde hem geleneksel sanatları günümüze taşımak, hem de bugünün sanatsal pratiklerini görünür kılmak; bir yandan kültür sanat birikimimizin değerini, bir yandan da Kıbrıs’ta güncel olarak üretilen sanatın geldiği noktayı hem yurtiçi hem de yurtdışında tanıtmayı hedeflemek büyük önem taşıyor.

   Unutmayalım ki, günümüz festivalleri, geçici bir eğlence ve şenlik duygusu yaratmaktan çok, gerçekleştikleri kentlerdeki potansiyel izleyicilerinin kültürel birikimlerini artırmak sorumluluğunu üstleniyor.

  


Şehrî-Taşralı

Osmanlı İmparatorluğu döneminde başkentin insanlarının İstanbullu olanlar ve olmayanlar diye ikiye ayrıldığını biliyor muydunuz?

   Prof. Dr. Bekir Karlığa, “Şehirlilik Ruhu ve Medeniyet Şuuru” başlıklı makalesinde konuyu şöyle özetliyor:

   “İmparatorluk döneminde başkentin sakinleri vatandaşları İstanbullu olanlar ve olmayanlar diye ikiye ayrılırlardı. İstanbullu olanlara “şehrî” yani kentli, İstanbullu olmayanlara da genel olarak “taşralı” derlerdi. İmparatorluğun İstanbul’un dışındaki vilayet ve kasabaları da kendi çevrelerini böyle tanımlamaya özen gösterirlerdi. Hatta zaman zaman başkente giriş çıkışların sıkı kontrol altına alma isteklerinin ağır bastığı, bu amaçla Çekmece ve Bostancı köprülerinin başına zabıtalar dikildiği ve kimlik kontrolünden sonra şehre giriş çıkışlara izin verildiği de görülmektedir.

   Bazı dönemlerde kimi olumsuz algılamaları içinde taşıyor olsa da böyle bir şehirlilik bilinci, zaman içerisinde farklı bir medeniyet algısının gelişip yaygınlaşmasına da sebep olur.”



Casa Botter

İstanbul’da İstiklal Caddesi’nin tarihi binalarından biridir Casa Botter ya da özgün adıyla Maison Botter.

   Yakın tarihe kadar, kapıları kapalı olarak duran Botter Apartmanı, yapılan düzenlemeler sonrasında kültür ve sanat etkinliklerine ev sahipliği yapmaya başladı.

***

Osmanlı’da 1839 yılında Tanzimat Fermanı’nın ilanı ile birlikte inşaat yasakları ve yerleşim kısıtlamalarının kaldırılmasıyla apartman inşaatları başlamıştır. Artan nüfus ve değişen yaşam biçimleri sebebiyle Beyoğlu ve Galata bölgesinde apartmanlaşma süreci başlamıştır.

 

***

   Maison Botter (Casa Botter), art nouveau akımının İstanbul’daki ilk örneği olarak ön çıkıyor.

   1881 yılında Venedik Akademisi’ni bitiren İtalyan mimar D’Aronco’nun 1893’te II. Abdülhamit’in Dersaadet Ziraat ve Sanayi Sergi Umumisi’nin tasarımı için davet etmesi üzerine İstanbul’a gelmiş ve 1909’a kadar yaşadığı kente birçok değer katmıştı.

   Bina, II. Abdülhamid Dönemi’nde sarayın resmi terzisi ve modacısı olan Hollanda uyruklu Maison Jean Botter için yaptırılmıştır.

   Osmanlı’nın ilk modaevi olduğu bilinen ‘Botter Modaevi’ 1901 yılında açılmıştır. Botter uzun yıllar, saray halkı ve Osmanlı soyluları için kıyafetler tasarladığı bilinmektedir.

 

***

   19’uncu yüzyıl sonuyla 20’nci yüzyıl başlarında etkili olan, siyasal ve ekonomik gelişmelerin sonucu olarak İngiltere’den Orta Avrupa’ya yayılan art nouveau akımı, farklı kaynaklardan beslenen bir üslubun ifadesiydi. Asimetri, eğrisellik, çizgisellik, kıvrımlar ve bükülmelerle doğanın akıcılığıyla uyumlu bir estetik geliştiren akımın etkisi İstanbul’un sivil mimarisinde de görüldü.    

   D’Aronco’nun Fransız-Belçika etkileriyle Viyana Okulu’nu sentezlediği Botter Apartmanı’nın cephesi de bu akımın genel özelliklerini yansıtıyor. Yolu İstanbul’a düşenler, Casa Botter’i de mutlaka ziyaret etmeli.