Fethiye Çetin: O günler gitsin, bir daha geri gelmesin

Fethiye Çetin: O günler gitsin, bir daha geri gelmesin

 


Simge Çerkezoğlu

Hani derler ya her insanın bir hikâyesi vardır… Doğrudur, her insanın bir hikâyesi vardır ve bizi diğerlerinden farklı kılan da bu hikâyelerimizdir…
Ancak bazılarımızın hikâyesi çok daha derindir. Fethiye Çetin’in hikâyesi de onu İstanbul’da yaşayan bir avukattan, kitabı on iki dile çevrilen bir yazara dönüştürüyor. O hem hikâyesini bizimle paylaşıyor, hem de anneannesine atıfta bulunuyor; “o günler gitsin bir daha geri gelmesin”…   

“HİKÂYELER EMPATİ DUYGUSUNU GELİŞTİRİYOR”


‘Anneannem’, 2004 yılında yayınlanan ve hala çok konuşulan bir kitap… On iki dile çevrilen, pek çok ödüle layık görülen kitap, son olarak Kıbrıs’tan da bir ödül aldı ve Çetin’in Ada’ya gelmesine olanak sağladı.
“Kıbrıs’ta bulunma nedenim Uluslararası Biyografi/Otobiyografi Derneği’nin Biyografi Dergisi’nin bana bir ödül vermesi ve bir konferansa davet edilmem. Kitap gerçekten hala gündemde. Sadece Türkiye’de değil dünyanın pek çok yerinde hala okunuyor. Kitabın bu kadar ilgi çekmesinin en önemli nedeni özellikle Türkiye’de ilk yayınlandığı yıllarda Ermeni sorunu adı altındaki 1915 olaylarının konuşulamıyor olması, hatta kavga meselesi yapılmasıydı. Sayılar ve terminolojik tanımlamalar üzerinden, bu konu insani bakışın dışında bir kavga vesilesiydi. Ben de tüm bu nedenlerle anneannemin hikâyesini yazmak istedim. Ben yazar değilim ama bunu yapmak zorundaydım. İnsani olmayan tüm bu yaklaşımlar içinde bir insan, bir kadın hikâyesi anlatmak istedim.”


Kitabı henüz okumayanlar için Fethiye Çetin’den anneannesinin hikâyesini birazcık anlatmasını istiyorum. 
“Anneannem bir gün benden Amerika’daki kardeşini bulmamı istedi. Annesi ve babasının da orada olduklarını, ancak onların öldüklerini söyledi. O an çok şaşırdım. Ben anneannem ve dedemi Çermik’te yaşayan teyze çocukları olarak biliyordum. Tabii anneannemin hiç akrabasının olmaması o ana kadar dikkatimi hiç çekmemişti. Böylece ben üsteleyince, tüm hikâyesini anlatmaya başladı. Meğerse anneannem 1915 yılında Palu’ya bağlı Habab köyünde Heranuşka Gadaryan olarak yaşıyor ve o yıllarda ilkokul 3. sınıfta okuyordu. Köyü o yıl jandarmalar tarafından basılmış, erkekler götürülmüş ve onlardan bir daha haber alınamamıştı. Daha sonra kadın ve çocuklar acılı ölüm yürüyüşüne çıkarılmış, yürüyüşte hasta ve yaşlı insanlar ölürken, geride kalanlar ise ölülerini bile gömemeden yürümeye devam etmiş. Daha sonra Diyarbakır’ın Çermik ilçesine geldiklerinde ise bazı Müslüman aileler bazı çocukları almış.  İşte anneannemi de orada çocuğu olmayan bir jandarma onbaşısı evlatlık olarak almış. Erkek kardeşi ise başka bir köylü tarafından alınmış. Anneannemin annesinin kızını vermek istemediğini,  zorla elinden alındığını, bu ölüm yürüyüşünde hiçbir çocuğun sağ çıkamadığını anlattı. O zamandan sonra anneannemin yeni bir ailesi, dili ve dini olmuş, adını Seher olarak değiştirmişler. Kendisi tüm bunları anlatırken arada geçen onca yılda bunların hiçbirini unutmadığını fark ettim ve ben onun hikâyesi sayesinde 1915 felaketi hakkında bilgi sahibi oldum. Anneannem bunca yıl içinde adeta her şeyi tekrarlamış ve sorduğum zaman ise hepsini detayıyla anlatmıştı. Ben de bu kitapta işte bu olayları ve anneannemin hikâyesini anlattım.”
           

Fethiye Çetin bir röportajında Türkiye’nin resmi tarihi koca bir yalan diyor… ‘Aslında devletlerin resmi tarih dedikleri her şey yalan değil mi’ diye soruyorum, yüzüne acı bir gülümseme yayılıyor.
“Ne yazık ki yeni bir tarih oluşturuluyor. Özellikle ulus devletlerinin kuruluşu sırasında… Ulus devletler genellikle şiddet ve kan üzerine kuruluyorlar. Yeni bir tarih yazılarak artık eskiyi unutun buna inanın deniliyor. Bu sizin de dediğiniz gibi pek çok ülkede aynı şekilde yalan üzerine kurulmuş. Unutulması ya da nasıl hatırlanması gerektiğini bize öğreten bir tarih yazılıyor. Türkiye’de sözlü tarih çalışmaları çok arttı. Gençler bu konulara çok ilgili, üniversitelerde bu konuda pek çok çalışma yapılıyor. İnsanlar böylece geçmişi olduğu gibi hatırlamaya ve hatırlatmaya başlamış oluyorlar.”


“BİZİ KENDİ HALİMİZE BIRAKSALAR, SINIRLAR OLMASA ÇOK İYİ YAŞARIZ”

Aslında bu ve buna benzer Türkiye’de yazılmayan çok hikâye var. Sanıyorum bu hikâyelerin anlatılması için bir yol açtınız ve öncü oldunuz…
“Kitabı yazdıktan sonra insanlar bana kendi hikâyelerini yazmaya ve anlatmaya başladı. O zaman fark ettim ki çevremizde buna benzer çok hikâye var ancak buna karşı derin de bir suskunluk var. Bu hikâyeler hiç anlatılmıyor. Bizlerden saklanıyor. Burada inkâr ve unutturma politikasının izlendiğini fark ettim. O nedenle de bu hikâyenin önemli olduğunu ve çok ilgi gördüğünü düşünmekteyim. Biz geçmişteki acılarımızla yüzleşmedikçe, bunların bir daha yaşanmaması için konuşup tedbirler almadıkça, yeni acılar yaşıyoruz. Geçmişteki acılara yenileri ekleniyor. Bugün dünyanın pek çok yerinde Ortadoğu ve Türkiye’de yaşanan sorunlara baktığınızda sanki hiçbir şey değişmemiş gibi. Ne yazık biz ki biz geçmişi konuşmak, geçmişte işlenen suçlarla aramıza mesafe koymak ve bu acılarla yüzleşip bir daha yaşanmamsı için gerekli tedbirleri almadığımız için sürekli aynı kısır döngü içinde yaşıyoruz. Bırakın kamusal alanda konuşmayı böyle hikâyeler özel alanlarda bile konuşulamıyor. Ancak kulaktan kulağa fısıldanıyor. Bu çok acı. Kuşkusuz bu noktada devletin unutturma ve korku politikası da etkili. Öte yandan insanlar kötü olayları hatırlamak istemiyor. Bir yanıyla ne yazık ki bu suçlar toplumun gözü önünde işlendi. Bu suçlara ya ortak ya da tanık olundu. Türkiye’de henüz yeni yeni yakın tarih konuşuluyor ve tartışılıyor. 1915 olayları, 1937-1938 Dersim Katliamı ve İstanbul’da yaşanan 6-7 Eylül olayları, Rumlara yönelik saldırılar… Yeni yeni konuşulmaya başladı. Ben kitabımda 1915’i politik bir tartışmanın aracı olmadan hikâye üzerinden anlattım. Bu geçmişi anlamakta ve hatırlatma için daha kolay. Hikâyeler empati duygusunu geliştiriyor. Ben sizin hikâyenizi öğrenince sizinle daha iyi iletişim kurabiliyorum. Hikâyeler inanılmaz kapılar açıyor. O nedenle de her çevreden insan bu kitabı okuyunca çok etkileniyor. Çünkü içinde politik bir mesaj ve tartışma bulunmuyor.”


Albert Einstein diyor ya; “kimilerine göre insanlar ırk, cinsiyet, milliyet, yaş, statü, renk, din ve dil başta olmak üzere sekizden fazla kategoriye ayrılıyor. Hâlbuki insanlar ikiye ayrılır. İyi insan ve kötü insan…Çetin de kuşkusuz bu sözü destekleyenlerden… 
“Biz milletimizi kendimiz seçmedik. Bir aileye doğduk. O hangi milli sınırlar içindeyse bize de o kimlik verildi. O nedenle bu milletler üzerinden yürütülen düşmanlığı gerçekten korkunç, son derece saçma buluyorum. Bu öğretiyi sürdürebilmek için düşmanlık gerekiyor. Oysa insanları kendi haline bıraktığınızda son derece dost biçimde yaşayabiliyorlar. Pek çok acı olayda insanlar arasındaki bu dostluğun örnekleri var. Mesela o dönemlerde Ermeni komşularına yardım eden pek çok Türk vardı. Anneannemin hikâyesinde de bu var mesela. Onu evlatlık olarak alan bir jandarma var. Jandarma o ana kadar anneannemin gözünde kötü figür. Köyleri basan, yakan, yıkan, erkekleri kaçıran ve insanları öldüren bir figür. Bir anlamda jandarma kötülüğün simgesi gibi görünüyor. Ancak anneannem kendisini evlat edinen Hüseyin onbaşıyı çok seviyordu. Çünkü Hüseyin onbaşı iyi bir insandı ve anneannemi çok seviyordu. Sevgi pek çok sorunu halledebiliyor. İkisi arasında inanılmaz bir sevgi vardı. Ondan hep ‘babam’ diye bahsederdi. Oysa eşine hiçbir zaman ‘anne’ demedi. Ona hep Esma Hanım derdi. Esma hanım anneanneme hep kötü davranmıştı. Çocuğu olmadığı için onun büyüyüp kuma geleceğini sanırdı. O nedenle insanları milliyet veya dinlerine göre ayırmak ne yazık ki devletlerin işi. Oysa bizi kendi halimize bıraksalar, sınırlar olmasa biz kendi halimize çok iyi yaşarız.”        

“HEP BİRLİKTE DİNK DAVASI’NIN PEŞİNİ BIRAKMIYORUZ”

Fethiye Çetin’nin Hrant Dink konusunda da devam eden bir mücadelesi var. Hrant Dink, gerçek hakem halklar ve onların vicdanlarıdır demişti… Çetin, Ermeni konusunun halkların vicdanlarında ne denli yer bulduğunu bizimle paylaşıyor.
“Ben öldürülmeden önce de Hrant Dink’in avukatıydım. Onun hedef gösterilmesi, yalnızlaştırılması ve öldürülmesi sürecinde hep yanındaydım. Bu süreci birebir gördüm. Çok etkilendim. Müvekkilimden öte dostumdu. Öldürüldüğünde de ailesinin avukatı olarak görev yaptım. Türkiye’de biliyorsunuz Osmanlı’dan başlayarak siyasi cinayet geleneği vardır. Pek çok muhalif kişi, gazeteci siyasi cinayetlere kurban edilmiştir. Ama bunların katilleri genelde bulunmaz, bulunsa da kısa sürede serbest kalır ve cinayetler unutturulur. İlk defa bir cinayet Türkiye’de unutulmadı. Hala kamuoyu bu cinayetin aydınlanması için davayı yakından takip ediyor. Hatırlayın yüz binlerce insan ‘hepimiz Ermeni’yiz diye sokaklara döküldü. Oysa o zaman Ermeni sözcüğünü ağzına almak bile tehlikeliydi. Hala davayı kapatmak istiyorlar ama kapatamıyorlar çünkü toplum bu davanın peşini bırakmıyor. Bu en azından olumlu bir gidişat, birlikte bu davanın peşini bırakmıyoruz.”

Dergiler Haberleri