Röportaj: Fatoş Avcısoyu Ruso
fatruso@gmail.com
Bütün hayat kutsanmaya değerdir.
Filiz Naldöven
FAR: ‘İçe doğru bir yürüyüş… Hafızayı delerek kağıda saplanan çocukluk kurşunları… Pencerede açan karanfil saksısı gibi devrilen ve hayatın bileklerini kesen savaşlar… Başka şeyler… Sürgit bir belirsizlik… Sürgit bir travma… Uçurumun başında durmak ve boyuna dibe bakmak… Baş dönmesi… Sinir gülmesi… Soru yok… Meydan savaşları yok… Bu yüzden bütün soru işaretleri düşmüştür bu imladan…’ diyorsunuz Mağma Mavera’nın arka kapağında. Benim de yapmak istediğim tam da bu aslında. Soru işaretlerinin anlamını yitirdiği içe doğru bir yürüyüş…
FN: Bir şairin içine yürümek her ne kadar mümkün görünse de, aslında Attila İlhan’ın dediği haldeyiz: ‘Olmayacak şey bir insanın bir insanı anlaması…”. İçe yürüyeyim derken dışarıya, hatta kurgu kapılarının çarpmasıyla boşluğa çıkabiliriz. Aynı zamanda Mağma Mavera’nın arka kapağında şöyle yazar: “Dünyanın merkezinden, uzayın sonsuzluğuna bir çizgi çekin, ben hep oralarda gidip gelmekteyim.” Şair böyle bir güzergahta gidip gelirken, şiiri durdurup deşebilmek oldukça zor.
Sorunun ve meydan savaşlarının yok olduğu yerde elbette soru işareti imladan düşecektir. Aslında bu kendime değil, okura bir gönderme yapmak ve belki biraz da cesaretle sormayı hatırlaması için onu dürtmek…
FAR: Hayatınızdaki köşebaşlarından başlasak hocam yürümeye; kırılma noktalarınızda dursak, soluklansak biraz ya da soluksuz kalsak…
FN: Karalamalarıma ortaokulda başladım,’Şair nedir, şiir nedir?’ bilmeden… Tanıdığım, gördüğüm ilk şair de ilginçtir, cumhuriyetin yetiştirdiği milliyetçi bir şairdi: Behçet Kemal Çağlar. Limasol’daki 19 Mayıs Lisesi’ne gelmişti. Ben Sedat Simavi İlkokulu’na gidiyordum. İki okulu ayıran bir duvar vardı. Duvardaki delikten sırayla geçtiğimizi hatırlıyorum. (1963-64 çatışmalarında sivil halk kaçabilsin diye evleri ayıran duvarlara delikler açılırmış. Bu delikler yıllarca o şekilde kalmış.) Okuduğu şiiri hiç anlamadığım halde, hala hafızamda: ‘Bugün Lefkoşe’den Limasol’a gelirken/ bir sağa baktım bir sola/ işte Limasol’ (Lefkoşa’yı Lefkoşe diye telaffuz etmek pek mutlu etmiyor tabii Filiz Naldöven’i…) Büyüdükçe içimde şiire karşı ’sapkınca’ bir tutku oluştu. Bunda öğretmenlerimin payı oldukça büyük. Orta 3’te kompozisyon yazarken yanımda durup saçlarımı okşayan Sevgi Edip, Limasol’da dergi çıkaran hocalarım Ahmet Gülay ve Adil Bey, Ahmet Gülay’ın öykü yazmamı istemesi… Bunlar hayatımdaki küçük dinamiklerdi. Böylece sadece okumanın peşine düştüğüm yıllar başladı. Kendimi adeta her şeye kapatmıştım. Çılgınlar gibi okuyordum… Balzaclar, Dostoyevskiler… Lise 1 ise en müthiş yılımdı. Çok okuyan bir edebiyat öğretmenim vardı: Tuncay Çağatay. Sınıf ve okul için duvar gazeteleri hazırlıyordum. Yazdıklarımı okuyan hocam ‘Sen şair olacak değilsin, zaten bir şairsin!’ dedi. Bu cümle beni çok korkutmuştu. Tabii sonraları içine düşeceğim azabı bilseydim, yazmazdım. (Burada uzun uzun dem vuruyoruz yazmak cehenneminden…) O yıllarda en fazla okuduğum üç isim Orhan Veli, Nazım Hikmet ve Attila İlhan’dı. Bende etkisi en uzun süren de Attila İlhan’dı.
FAR: O yıllara dair hangi şiirinizi yerleştirirsiniz peki o köşebaşlarından ilkine?
FN: 16 yaşındayken yazdığım ‘Budala Çocuk’… 1994’te yayınlanan Mağma Mavera’nın ilk şiiridir kendisi. ‘Ben Tanrı’ya inanmasını da bilmiyorum/İnançlarımın çarmıhında boynu bükük/ Beklemesini de’
Bu şiirin hikayesi de şiir kadar önemlidir benim için. Sıcak bir yaz günüydü. Ben Hamsun’un Açlık romanını okuyordum, annem de mutfakta yemek pişiriyordu. Yanına gidip anneme -ki çok dindar bir kadındır- ‘Tanrı var mı, yok mu?’ dedim. Gerisi sokağa da taşan terlikli bir kovalamaca… Şunu iyi biliyorum ki o yaşta yaşadığım sorgulamayı yansıtan bu şiiri yazmasaydım, daha sonra yazdıklarımı da yazamayacaktım. Yaşadıklarım ve yazdıklarım beni ben yapan şeylerdir çünkü. Bu şiir bir nevi kapımı araladığım bir anahtardı. Şimdiyse o kapı ardına kadar açık…
FAR: Sanırım yaklaşmaktayız kırılma noktalarınıza!..
FN: İlk kırılma noktam 74’ten önce babamı yitirişimdi. (Röportaj sırasında iki yerde derin bir sessizlik yaşadık. Acıtan susuşlardı bunlar benim için. Birisi ilk kırılmam dediği babası diğeri de ‘Evlilik geldi, kötü geldi, yordu’ dediği andı. Hesaplaşmasını şiirle yapan şairin hüznünü, şiirlerinde yıktığı çocukluk evinde ve kutsadığı aşkta bırakıp devam ediyoruz yolumuza.) İkinci kırılma noktamı 74’te sığındığımız bodrum katında yaşadım. Bodrum katı çok sıcaktı ve çok kalabalıktık. Bunaltan sıcak, savaş baskısı, gittikçe artan silah sesleri, korku… Elimde adeta bir muska gibi koruduğum şiir defterim vardı. İstanbul’dan dönerken tişörtümün içinde sakladığım bu defterin içinde hocam Önay Sezer’in çok kıymetli değerlendirmeleri vardı. Elimdeki defteri fark eden dayım ‘Kopar şu defterin sayfalarını da dağıt, herkes sıcaktan bayılmak üzere, görmüyor musun?’ dedi. İtiraz etsem de sayfaları tek tek yırtıp dağıttım. Dayımın bunaltan sıcağa karşı bulduğu pratik çözüm benim altı yılıma mâl oldu. Altı yıl boyunca hiçbir şey yazamadım. Daha sonra birkaç sayfasını bulabildiğim şiirleri Mağma Mavera’da yayınladım. Bu bir gönül borcuydu benim için.
FAR: Sizin şiirinize, yaşadıklarınıza yüklediğiniz farklı bir anlam var, bir kutsama adeta!
FN: Bütün hayat kutsanmaya değerdir Sevgili Fatoş, bütün hayat!
FAR: Peki yalnızlık…‘Ağaçlar kadar yorgundum yapayalnız’ dizesiyle Mağma Mavera’nın daha birinci kitabında yalnızlığı deşiyorsunuz, kendi içinizi ya da… Yalnızlık en değerli sığınağı değil midir bir şairin?
FN: Her insanın yalnızlığı ebedidir. Şair bunu söyleme cesaretini gösterdiği için göze görünür.
FAR: Çünkü Dönemem Artık Eve şiirinde bir monolog, biçimsel bir farklılık söz konusu, nesre yakınlık. Hem geride kalanla hem kendinizle söyleşiyorsunuz.
FN: İçerik biçim ilişkisine girmeyi pek istemezdim. Ama senin de fark ettiğin gibi bazen şiirler biçim olarak birbirinden çok farklı yazılıyor. Bence hiçbir sorun yok. Hayatta yaşadıklarımla ilgili çıkardığım sesler ve eylemler nasıl farklılık gösteriyorsa şiirde de öyledir. Çünkü Dönemem Artık Eve beni çok yaralayan bir şiirdir. Evde kalan hem benden bir parçadır hem de toplumdur. Şiirde yer alan üç dize aslında her şeyi açıklıyor:
Nasılsa kanıt aramazlar karar kıldıkları cinayetlerden/Cürümden kalan kana soruşturma açılmaz
/Cümlelerin karartması var
FAR: Ben Su Ağacı kitabının eski bir kitap olduğunu düşünüyorum. Bunu hissedişimin sebebi Su Ağacı şiirinin Mağma Mavera’da da yayınlanmış olması değil sadece. Çok derin, imgesel şiirleriniz var bu kitabın öncesinde. Aşk Beni Yık’a ve Hafızalı Doku mesela. Su Ağacı’ysa oldukça yalın bir aşk kitabı, eski bir yaşantının uzantısı.
FN: Evet eski bir kitap Su Ağacı, doğru düşündün. Şiir bir şeyi bitirmektir. Su Ağacı da öyle bir kitap benim için. Bitirip yol almak yine… Su Ağacı bir hesaplaşmadan sonra yazıldı. 1986’da yazdığım şiire içimdeki dünyayı azar azar aktardım. İki kez yayınlanmayı hak eden bir şiirdir ve yaşantı! Ben değil karşı taraf hak ediyor! (Kısa bir suskunluk yaşıyoruz yine…) İçimden peyderpey kağıda döküldü o hesaplaşma. Kitaplaşması bu zamana denk düştü. Bütün o ağır imgesel dediğin şiirler yazılırken, su kadar berrak ve akışkan olan Su Ağacı şiirleri de yazıldı. Aşk Beni Yık’a kitabından bahsettin. Onu şiirimde öz ve biçim açısından bir aşama sayarım. 2000 yılında Türk Bankası Sanat Ödülü’nü aldığım bir kitaptır Aşk Beni Yık’a. Aynı ödül Denktaş’a da verilince, pek çok sanatçı dostumla birlikte ben de bu ödülü geri verdim.
FAR: İmge’yi nasıl tanımlarsınız peki, şiirdeki yerini?
FN: İmge ki nereden geldiği, hangi mantıktan türediği belli olmayan şeydir, şiir serüvenimde beni en çok etkileyen, üzerinde çokça düşünüp açmaza girdiğim ve garip bir haz aldığım olağanüstü bir kavramdır. Yaşantıların nasıl bir değişime uğrayarak şiire aktığının en güzel göstergesi imgedir. Şairi de, şiiri de, okuru da baştan çıkarır. Bazen bir nesneden, bazen bir kokudan, bazen geçmişe dair bir yaşantıdan kopup geliverir. Ama bu şairin kararı değildir bence.
Biliyorsun üç aya yakın hastahanede yattım. Koronerde yatağımın olduğu bölümün ışığını söndürmemelerini istedim. Ağlayan, üzülen, uyuyan bir sürü insanla perdeler ayırıyordu bizi… Üç ay süresince yaşadıklarım, nihayetinde bambaşka bir dünyaya dönüştü içimde. ‘Göğsünün Ardında’ koronerde kaleme aldığım, içinde kaybolduğum bir şiirdir ve aynı zamanda sorunun cevabıdır.
FAR: Şiirinizde yaşantınızdan yansıyan fotoğraflar var. ‘Günleri değil anları hatırlarız’ diyen Pavese’i hatırlatıyor bu şiirleriniz. ‘Okul Kapalıydı Sinema da’ bu şiirlerden biri.
FN: Limasol’a çocukluk evimi görmeye bir kez gittim. Kolay değildi benim için. Evimizle çarşı arasında, genelevlerin olduğu Zigzag denen kestirme bir sokak vardı. Çarşıya gitmek için her çıkışımızda babam annemi ‘ Sakın o sokaktan geçme!’ diye tembihlerdi. Şiire şöyle yansıyor fotoğraf:
İstedim ve geçtik önce Zigzag sokaktan/ Bakacaktım hayatın kadını hala tombul ve beyaz/ Ağda yapıyor mu balkonda/ Annemin küt parmaklı eli sıkarken terli küçük elimi/ -Bakma sakın sağa sola, bozulur kızçocuk ahlakın/ Hem babana söyleme Zigzag’dan geçtiğimi-
Şiir hipnoz gibidir. Unuttuğun anılarını çıkarır ortaya. Çocuk Olma Sırası şiirinde de böylesi bir yolculuk var. 64’te bir sürü silah taşınmıştı evimize, yatağımın altı el bombalarıyla doluydu. Bir mücahit bana sarı bir mendil vermişti, bir de cila… 9 yaşındaydım henüz… Beni annemin odasına göndermiş ve oradaki mermileri parlatmamı istemişti. Yıllar sonra anlamıştım, neyi parlattığımı. Ölümün acısını içimde duyarım hala!
Kurşun saymalarda tüketti/ O büyük tatili/Hiç gelmedi ona çocuk olma sırası/Kum torbaları arasından süzülür/Yumardı başını minderin dar ucuna/Hünk vurup ağlardı/ Örümceğin altında
FAR: Bu şiirler Hafızalı Doku’dan. Beni en çok etkileyen kitabınızdır Hafızalı Doku. ‘Çırılçıplak yatmalıydım koynunda vakitli/ vakitsiz açan çiçeklerin’ dizesi şiirdeki çıplaklığa ne kadar önem verdiğinizin bir göstergesi gibidir kitapta. Kitaptaki bölünmeler etkileyici, biçimsel farklılıklar taşıyan şiirileriniz, Figür mesela…
FN: Benim için de özeldir Hafızalı Doku. Sözcükler yüzeysel gibi görünebilir okura, ama aslında çok derin şiirler barındıran bir kitaptır. . İçimi kazıya kazıya, geçmiş ve anla hesaplaşa hesaplaşa yazdım onu. ‘Yeleler Uç’ , ‘Ne’ ve ‘Figür’ en sevdiğim şiirlerdir. Biliyor musun ağır şiirlerle yorduğum okura kitabın sonunda bir tatlı ikram ediyorum: Zuzu’ya da Söyledim... Sanırım kitaptaki en sevilen şiirim o.
Narsam şimdi öpsen dağılsam/Toplasan tanelerimi dilinle bir bir… /Bunu Zuzu’ya söylemedim/ Çekindim
Çıplaklığa gelince, içine ve hayatına bu kadar sadık bir şiiri çoğu şair yazmıyor. Ya yazamıyor ya da yazmak istemiyor. Bende tuhaf bir çıplaklık var! Çünkü aklımla kalbim koşuda atbaşı giden iki at gibi yanyana terlemektedir. Ne oturdum salt aklımla yazdım, ne sadece kalbimle yarattım durumu yoktur. Böylece ne aklımın entrikalarını kurmaya vakti oluyor şiirin ne de kalbimin çocuksu heyecanlarına. Oldukça bakir ve bir o kadar da entellektüel karşıtlığıyla yazılabiliyorum ve bundan hoşlanıyorum.
FAR: Şiirin yazıldığını veya yapıldığını düşünüyorsunuz. Açımlayabilir misiniz bu kavramları?
FN: Öncelikle şunu söylemeliyim: Her şiirin aslında bir deney olması gerektiğini düşünürüm çoğu zaman. Tekrardan ibaretse sıkılırım. On kelime, iki imgeyle beş on şiir yazmak (yapmak) doğru değil. Hayatın, düşüncelerin, düşlerin değişmesini beklemek ve şiirin layık olduğu zenginliğe kavuşmasına izin vermek gerekir bence. Çoğu şiirimi bir seferde yazıyorum. Şiiri yapmıyorum, yazıyorum; küçük kurgular eklediğim de oluyor tabii ki… Şiir tamamıyle yaşantısız ve kurmaca da olabilir. İki şekilde de yazılabilir şiir ama yazmak yaşamakla daha iç içedir. Şiirimde beni rahatsız eden noktalarda düzeltmeler de yapıyorum. Seslerin, imgenin, bölünmenin doğru yerde olması benim için çok önemlidir. Hiç dokunmayacağım bir şiir yazarsam, o zaman şiiri bırakabilirim.
FAR: Acıyı inceltmek, onu bir bahçe titizliğiyle sulamak mümkündür, der Cioran. Siz de ağrıyı girdabınızda tutuyorsunuz. Bir bahçe kurdunuz mu kendinize o ağrıdan?
FN: “Tutarım ağrıyı yine de girdabımda/Odur bana geçmekte ve kalmakta olduğumu bildiren travma”. Bu, var oluşun ağrısı ve bizi içine çeken girdaptır. Yaşadığımızı hatırlatan... Şiir bir adım daha inceltiyor ağrıyı. Sanat iyileştiricidir; ama yaratma süreci çok ağırdır. Ağırlık bütün hayatlarda var aslında, biz böyle yaşıyoruz sadece… Kim bilir belki de, kendimizi bir üst dille ifade edebiliyor olmamız bir şanstır.
FAR: Madem acıdan konuşuyoruz; Mağma Mavera’da yer alan Öl Beni’yi ve Girne’yi de dinleyelim sizden.
FN: Girne’de 17 yılım geçti ama hiçbir zaman benim şehrim olarak hissetmedim onu. Savaş nedeniyle yerleştiğim, tadını hiç alamadığım bir üvey ana şehir. ‘Boynuma sarılan kirli bir iptir liman, salyangozların aydınlığı mı olur’ dediğim bir yer. Ama adım adım gezdim sokaklarını. Fırtınalı günlerde deniz dam boyundayken limanında yürüdüm. Kokularını hatırlıyorum ağaçların; gökyüzünün rengini, denizin, ufkun ve yollarını bir de… -Şimdiyse aleni bir fuhuş durumundadır Girne, bütün memleket aynı durumdadır aslına bakarsan…- Bıraktım ve kaçtım sonunda Girne’yi… Öl Beni gizli saklı bir şiirdir; arka sokaklarda yürüyen, biten bir ilişkinin panoraması gibidir ya da biten birçok ilişkinin… Şehir de bitti insanlar da…
FAR: Aynı kitapta yer alan Şiirin Üç Hali de öz ve biçim olarak farklıydı. Çoğaldı Şiir…Bölündü Şiir…Azaldı Şiir… Uzayıp giden dizeleriniz bir karmaşanın habercisiydi bana kalırsa, önce içte yaşanan, sonra tüm evrende gözlenen. Aslında şairin dünyayla kurduğu gizil bağın bir uzantısı da denebilir bu karmaşaya ve şairin bu şekilde bölünmeler yaşamasına!
FN: Şiirin Üç Hali, bir gün sabah okula gitmek için Girne’ye gidince yönümü değiştirtmiş, beni Kombos’a bindirip Lefkoşa’ya getirtmiş, AKM’nin kitaplığına kapatmış ve üç şiiri de bana başımı kaldırtmadan yazdırmıştır. Bölünmüş şehre içgüdüsel bir yolculuk yapmıştım ve olan biten her şeyden, çamurlaşan hayattan şiir boyuna eksiliyordu. Kelimeleri sayarsan her dizede azaldıklarını göreceksin. İnan ki benim bu konuda hiçbir katkım yoktur. Bölündü Şiir’i dikkatle okursan tam ortadan bölünen bir şiiri, bir kenti, bir ülkeyi algılayacaksın. Postalların seslerini duyacaksın. Çoğaldı Şiir bir zamanlar daha iyiydik, daha çoktu hayatımızdaki şiir derken, “çoğaldılar zamana bir kış gülüne kanlandı” diye bitiyor. Hiçbirini düşünerek yapmadım. Şiirin Üç Hali ve diğerleri gibi çok saygı duyduğum bazı şiirlerimi ve Figür’ü mümkün olsa tek tek kitaplarda toplayıp yayınlardım.
FAR: Hocam son olarak şiirde yapılan tasnifi ve ideolojiyi nasıl değerlendirdiğinizi öğrenebilir miyim ve içinde yer aldığınız 74 Kuşağı’yla ilgili düşüncelerinizi?
FN: Takım oluşturmayı pek sevmem. Tematik olarak benzer şiirler yazıldığı ve benzer bir politik ideolojiye sahip olunduğu için 74 kuşağından söz ediyorsan şunu söyleyebilirim: kuşak tanımını ortaya atan da 74 kuşağının üyeleridir. Burada kuşağa dahil olmak için çırpınan kimse yoktur. Yine 74 kuşağı kendine bir özel alan yaratmış ve bazı şairleri kuşağa dahil edip etmeme tartışması yapmıştır. Bunun pek bir önemi yoktur, kuşağın içinde ya da dışında sayılmanın da... Önemli olan tek şey savaşa, zulme, katliama karşı şiir yazabilmektir. Bu bir ortaklık yaratabilir. Ama ayrıcalık yaratmaz. Ayrıca bu temleri yazayım derken fevkalade kötü şiirler de yazabilirsiniz. Ben böyle zorlama -popülarite gailesiyle yazılmış- politik şiirleri sevmiyorum. Kıbrıs’ta ulusalcılar dışında neredeyse herkes bölünmeye ve savaşa karşı şiir yazmıştır. E, şimdi ne yapacak, hangi kuşakta barındıracağız bu şairleri?
Gerçekten anlayarak, hissederek, isyan ederek şiirini yazanlar bellidir. Şiir konuşur. Savaşı ve bölünmeyi ben de yazdım ama kendi şiir dilimle yazdım; bir okuyuşta beni anlayacaklar, alkış tutacaklar, şiirlerimi bayrak yapıp yürüyecekler derdiyle değil! Arkanızda aynı ideolojiyi benimseyen bir kitle varsa ve yazdığınız şiir slogan yapılabilecek durumdaysa sizi baştacı edebilirler. Ancak daha derin, katmanlı ama belki de benzer ideolojiye uygun bir şiir yazdığınızda, sırça köşkünde vakit harcayan, toplum sorunlarını umursamayan biri olarak da tarif edilebilirsiniz. Aslında bu, toplumun şairi anlamayıp kurnazca alnına yafta yapıştırmasıdır.
FAR: Çarpan kapılarla başlamıştık ropörtaja yine kapıları çarptığınız dizelerinizle bitirelim:
Kimse bilmez ben nasıl oda/Sen nasıl kapı/ Çarptın!
*Bu röportaj İZM’nin Yıl: 17 Sayı: 11’ de yayınlanmıştır.