Pazar günü gerçekleştirilen İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı’nın yenilenen seçimi, Kıbrıslı Türklerin büyük bir çoğunluğunun gündemindeydi. Sosyal medyadaki paylaşımlara bakıldığında, Ekrem İmamoğlu’nun büyük bir fark ile ipi göğüslemesi, sevinçle karşılandı. Meseleyi garip bir boyuta taşıyan, kendini sağda veya solda tanımlayan kesimlerin aynı noktada buluşmasıydı. Böylece demokrasinin ne denli güçlü bir değer olduğunu anlamış olduk. Ayrıca bir takım eleştiriler de yapıldı. CHP’nin, Kıbrıs politikasına dair yapılan vurgunun içinde haklılık payı vardır. Ama “bizimle alakası olmayan bir seçimle niye bu kadar ilgileniyoruz” sorusuna verilecek cevap çok nettir. Çünkü hepimiz biliyoruz ki, gerek ekonomik gerekse siyasi olarak göbekten bağlı bulunduğumuz bir ülkenin gündeminde yer alan her olay, bizi de etkiliyor. Böyle olmasa bile, “tek adam” rejiminin her geçen gün özgürlükleri yok ettiği bir coğrafyada yaşayan toplumlarla dayanışmak, ayrı bir öneme sahiptir. Bu noktayı en açık bir şekilde ortaya koyan feminist yazar Virginia Woolf’un şu sözleri her daim aklımadır: "Bir kadın olarak benim ülkem yoktur. Bir kadın olarak tüm dünya benim ülkemdir".
Türkiye’nin içinde bulunduğu siyasi çıkmazın yolu, uzun bir zamandır çiziliyor. CHP başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, Erdoğan’ın yılmaz diktatörlüğünün kırılma anını kendisi tarafından gerçekleştirilen “demokrasi yürüyüşüne” bağlasa da, ilk fişeğin yine AKP’nin sınırsız dayatmaları sonucunda ortaya çıkan Gezi Direnişi’nde atıldığını söylemek gerekir. O dönemde, birbirinden farklı kesimlerin, en temel haklar söz konusu olduğunda, güçlerini birleştirerek dayanışma gösterebileceğini öğrendik. Sonrasında dağılma ve savrulma yaşansa da, 2013 yılında ekilen tohumların, bu seneki seçim stratejisinde kullanıldığını görmek mümkün.
İmamoğlu tartışmasız bir şekilde; bildiğimiz elit – topluma üstten yaklaşan – kurtarıcı pozisyonunda tavır alan bir CHP adayı olmadı. Attığı her adımı insanlar adına değil, insanlarla birlikte attı. Yoksulluğa, hukuka aykırılığa, ayrımcılığa ve ötekileştirmeye dönük yaptığı saptamalar, muhafazakârlarla kendini sol değerler üzerinden tanımlayan kesimlerin yollarını kesiştirdi. Çünkü söz konusu olan demokrasi mücadelesiydi. Cumhurbaşkanının kendini adeta padişah ilan ettiği, muhaliflere nefes alacak alan bırakmadığı, toplumun geneli yoksullaşırken küçük bir kesimin ceplerinin doldurulduğu iddia edilen bir yönetime karşı başkaldırmak, demokrasinin olmazsa olmazdır. Tabi ki bu durum, seçim sonucunda değiştirilecek bir husus değildir ama önemli bir ilerleme sağlanmıştır. Sonuçta demokrasinin hanesine 1 yazılırken, Recep Tayyip Erdoğan’ın başrolde olduğu “tek adam” rejimi 0’da kaldı.
Tabi ki bu başarının mimarlarından biri de CHP İstanbul İl başkanı Canan Kaftancıoğlu’dur. Açıkçası her iki isim de, bugüne kadar mesafe ile yaklaştığım bir partiyi, en azından daha yakından dinlememe imkân tanıdı. Millet ittifakı, dıştan dayanışma gösteren HDP ve örgütlü – örgütsüz diğer sol gruplar başka bir dil, başka bir tavır inşa eden bir seçim stratejisi izlediler. Kutuplaşmayı körükleyen, ötekini suçlayan, yok etmek için hedef hâline getiren, toplumsal gruplar arasında nefreti körükleyen bir dilden ziyade, eşitliği – güzelliği – barışı ve en önemlisi dayanışmayı şiar edinen bir yöntem tercih edildi. Ama yanlış anlaşılmasın. Çünkü bu strateji, bizdeki gibi “temiz toplum”, “temiz siyaset”, “herkes birbirini kucaklasın” gibi içi boş – apolitik bir yerden yükselmedi. Her kesim kendi politik ajandasını ortaya koydu ve kendi değerleri üzerinden kampanyaya dâhil oldu. Bu da topluma güven verdi. Zaten ortalarda yüzen ve rotası belli olmayan bir gemiye kim binmek ister ki?
Umarım bu dayanışma örneği, daha da geliştirilir ve farklı alanlarda hayat bulur. Belediye başkanlığı kazanmak ile ne alakası var diyeceksiniz. Ama ülkenin yarı açık cezaevine döndürüldüğü, aydınların tek tek ülkeyi terk ettiği, gidemeyenlerin ve HDP liderleri başta olmak üzere siyasilerin hapsedildiği bir coğrafyayı dönüştürmek için, bir umut ışığı yakılmış olduğuna inanıyorum. Yazının başında da söylemiştim. Bu ateşi alevlendiren, 2013 yılındaki toplumsal hareketlerdir. Ne tesadüftür ki seçimin ertesi günü yani dün, Gezi Parkı eylemleri nedeniyle “Türkiye Cumhuriyeti hükümetini ortadan kaldırmaya teşebbüs” suçlaması ile 16 hak savunucusunun yargılama süreci başladı. Keza sadece yazı yazan birçok gazeteci ve akademisyen, memlekette barış inşa etmekten başka bir hedefi olmayan siyasetleri sebebiyle HDP eş başkanları, demir parmaklıklar arkasında tutuluyorlar. İstanbul seçim sonucunu bir zafer olarak tanımlayanlar, bu hususları da göz ardı etmemeli, yaşanan karanlığı daha da aydınlatmak için yarından itibaren mücadeleye devam etmelidir. Aksi takdirde bunca yıldır iki kutup arasına sıkışan sistem varlığını devam ettirecek, filizlenen demokrasi çiçeği açmadan soldurulacaktır.
Gelelim bize. Ülke gündemine bakıldığında, Maraş’ın ağırlıklı bir yer kapladığını görüyoruz. Ama o da parodiye dönüşmüş durumda. Hani kimi arkadaşlar kızıyor, niye başka bir memleketin seçimini bu kadar konuşuyorsunuz diye. Aslında o kadar da “başka” değiller. Kıbrıs’ın kuzeyindeki hükümetleri işine geldiği gibi bozup yeniden kuran, gündemi kendi sorumlulukları üzerinden şekillendiren (Maraş’ın AİHM’e konu olması) bir devleti, ne kadar uzak varsayabiliriz ki?
Nitekim Kıbrıs’ta yaşayan ama Woolf’un da dediği gibi kendini dünyalı olarak tanımlayan bir kadın olarak, Türkiye’deki hareketliliği umut ve tedirginlik karışımı bir duygu ile izliyorum. Çünkü biliyorum ki, orada atılacak her bir adım bizi de belirleyecek. Umarım CHP’liler, Kıbrıs’ı bir “milli mesele” olmaktan ayırmayı başarır ve burada yaşayan esas ada sahiplerinin ne istediğine kulak verirler. Bu konuda HDP’lilerden yardım alabilirler. İlk adım olarak Sırrı Süreyya Önder’in TBMM’de gerçekleştirdiği “kalın bağırsak” benzetmesine dayandırılan konuşmasını tavsiye ederim. Unutmayın, demokrasi ve barış dili Türkiye ile sınırlı tutulacak bir husus değildir. Biz nasıl ki sizin yaşadığınız hukuk dışı uygulamalara karşı çıkıp, sizinle aynı dili kullanıyorsak, siz de uluslararası hukuka göre mümkün olmayan “KKTC’nin tanınması” politikasından vazgeçin. Çünkü bizi daha da bilinmezliğe sürüklüyorsunuz. Gelin artık çağdışı kalmış garantörlük meselesini konuşalım, Kıbrıs’ın federasyon çatısı altında birleştirilmesi için söz birliği yapalım, Erdoğan’ın Akdeniz’deki gaz saplantısını çatışma ortamına sürüklemesine birlikte karşı çıkalım. Ne dersiniz?