Mehmet Ali Görmüş Sokağı’ndan bir Kıbrıslırum ailenin öyküsü…
Bir zamanlar Mehmet Ali Görmüş Sokağı’nda yaşananmış olanlar, gelip tekrardan beni buluyor… Herşey birbirine bağlanıyor… Yeryüzü sanki de bize her şeyin nasıl da birbiriyle ilişkili, birbirine bağlı olduğunu yansıtmak ister gibi, araştırdığım öyküler bir araya geliyor aniden ve derinleştikçe derinleşiyor…
Dün yazmış olduğum gibi John Metaxas, Lapta’da olası bir gömü yeri göstermeye gittiğimiz zaman bulduğumuz olağanüstü güzellikte ama yıkık dökük taş bir evin fotoğraflarını görmüştü dört yıl önce yazdığım yazıda, ve bana yazmıştı… Bu ev, Lapta’daki ninesinin eviymiş… Yıllar sonra dayıları Avustralya’dan Lapta’ya giderek bu yıkık evin önünde fotoğraflar çekince, makalemdeki fotoğrafla karşılaştırarak aynı ev olduğunu anlıyor, Messenger’den bir not yazıyor bana… Ondan bu evin ve ailesinin öyküsünü anlatmasını istiyorum… ABD’de yaşayan John Metaxas’ın ninesi Anastasia hanımın eviymiş bu ev…
Bana yazdıklarının devamı şöyle:
“Anneannem Anastasia’nın bekarlık soyadı Altrari idi. Aletrari ailesi, Karava’da büyük ve önde gelen bir aileydi. Büyükbabam Kiriakos Pavlidis’le evlenmişti. Dedem Kiriakos Pavlidis de Lapta’nın önde gelen ve müreffeh ailelerinden biriydi… Kendisi ve büyük dedelerim, büyük ninelerim, Lapta’nın çeşitli yerlerinde büyük çiftliklere sahiptiler, bu çiftliklerde zeytin ağaçları, narenciye ağaçları, harnıp ağaçları, badem ağaçları, kayısı ağaçları, üzüm bağları, babutsalar ve benzer meyveler vardı. Dedem için şunu söyleyebilirim: Temelde bir çiftçiydi…
Ninemle dedemin dokuz çocukları olmuştu, dört oğlan, beş kız… En büyük oğulları, henüz dokuz yaşında iken bir kazada vefat etmişti… Dedem bu en büyük oğlunu, yanında işleri devralacak şekilde yetiştirmekteydi ve çok yetenekli bir çocuktu bu ve onu kaybetmek, dedemi üzüntüye boğmuştu…
Dokuz yaşındaki bu çocuğa dülgerlik, inşaat ustalıkları, tüccarlık gibi meslekler öğretilmekteydi… Dedemin en büyük oğlunun ölümü onu ağır bir depresyona sürüklemiş ve bu da yüksek tansiyona yol açmıştı – işte bu yüksek tansiyon nedeniyle dedem genç yaşında vefat edecekti. Dedem vefat ettiği zaman annem henüz üç yaşındaydı ve sevgili babasının gözleri önünde aniden ölmesine tanık olmak, köylülerin onun canını kurtarmak için koşuşturmaları ve dedemin vefatı, annemde ömür boyu devam edecek duygusal travmaya yol açacaktı.
Dedemi kaybettiği zaman ninem henüz 35 yaşında idi ve altı aylıktan 15 yaşına kadar olan sekiz çocuğunun ve ailenin tüm sorumluluğunu yüklenmek zorunda kalmıştı… Gerekli olmayan her şeyi satmaya başlamıştı ninem – bunlar arasında iyi kalitede ve pahalı kumaşlar ve giysiler de vardı. O günden sonra ninem siyahlara bürünmüştü - o günlerdeki gelenek ve kültüre göre, dul bir kadın olarak siyahlar giyinmekteydi. Ninem bir daha evlenmedi. Çok güçlü ve cesur bir kadındı, sekiz tane öksüz evladını yetiştirmek için canla başla uğraştı. Evlatlarının bazıları bazı akrabalarda ya da evlatlık olarak verildikleri evlerde kalmaya başlamışlardı. Aile, yaşadıkları tüm zorluklara karşın, Lapta’daki tarlalarını hiçbir zaman satmamayı başarmışlardı.
1940’lı ve 50’li yıllarda küçük bir oğlan çocuğu olarak ben büyürken, ninemin favorisi idim. Ninem her zaman bana, dedeme çok benzediğimi söylüyordu.
Karava ile Lapta arasında bulunan Kyparissonas kahvehanesinin önünden her geçtiğimde, burada dizlikli yaşlı bir adam oturuyor olurdu ve beni her gördüğünde çok büyük heyecana kapılıyor, kahvehanede oturan diğerlerine bağırarak beni gösteriyor ve dedemin lakabıyla bana sesleniyordu! Bu yaşlı, dizlikli adam, dedemle çok yakın arkadaştı. Bana bu şekilde hitap etmesi göğsümü kabartıyordu ancak her defasında da vardığım yerde aynaya bakıyordum, acaba beni mi görüyordu yoksa benim hiç tanıma fırsatım olmayan dedemi mi diye düşünüyordum… Keşke dedemi tanıyabilseydim diye düşünüyordum…”
Mehmet Ali Görmüş Sokağı’ndaki evleriyle ilgili olarak ise John Metaxas şöyle yazıyor:
“Sevgili Sevgül, sana gönderdiğim fotoğraflardan birisinde, evimizin yanındaki açıklık bölgede dört erkek kardeş birlikte görülüyoruz. Bu arsa evimizin tam arkasındaydı. Sağdaki kardeşim Chris’tir… Soldaki Dinos’tur. Ben de kardeşim Tassos’u tutuyorum…
Bu resmin sağında kalan, küçük, garaja benzer odalarda yaşamaktaydık. Bu sokakta iki ev yaptırmıştık, bu evler evlendiklerinde kızkardeşlerimin oturacağı evler olacaktı. İpoteği ödeyebilmek maksadıyla, iki İngiliz aileye kiralıyorduk bu evlerimizi. Hiçbir zaman bu evlerde yaşama şansı bulmadık…
İki toplumlu çatışmaların 1963 yılının Aralık ayı sonlarında patlak vermesine kadar bu sokakta yaşayacaktık.
İki kızkardeşimin çeyizi olarak inşa ettiğimiz iki katlı evlerimizin temelinin yarısını bizzat annem, babam ve ben kazmaya başlamıştık, yarısını biz kazmıştık, diğer yarısını da kontraktör kazmıştı. 1963 fasariyalarında evimizi ve tüm mallarınızı kaybettik. Tüm ailemiz – toplam sekiz kişiydik –bu iki evin olduğu yerde bulunan garaja benzer bir binada yaşamaktaydık. Bu garaja benzer binada kanalizasyon veya su yoktu ancak ne kadar az şeye sahip olsak da, mutluyduk… Bizden çok daha fakir insanlar vardı…
Bazı dilenciler evleri geziyor ve bir dilim ekmek dileniyordu o dönemlerde… Hayatta kalabilmek için böyle yaşıyorlardı. Bazılarının bakması gereken aileleri bile vardı. Annem bize her zaman şunu söylerdi: Bir dilenci gördüğünüz zaman başınızı çevirmeyiniz, onlara yardımcı olmaya çalışınız, bir dilim ekmek, birkaç zeytin, eğer evde peynir-hellim varsa, bir parça peynir ya da hellim veriniz onlara derdi… Dilencilere yardım ettiğimizde, iyiliğimiz için duacı olurlardı – onların sesi hala kulağımda, bana NA EXİS TİN EFXİN MOU PAİDHİN MOY derlerdi.
1950’li yıllarda ilkokulumuzun yakınlarında o kadar çok yoksul aile vardı ki, bunlar bir açıklıkta, çadırlarda yaşamaktaydılar. Bu ailelerde babanın mesleği kalaycılık yapmaktı. Öğretmen Akademisi’ne bakan tepelik alanda, Eylence’de, birkaç ailenin mağaralarda yaşamakta olduğuna bile tanık olmuştum… Tüm bunlar, karakterimin sağlam biçimde oluşmasına yol açmıştı – böylece elimde var olanlara müteşekkir olmak ve bundan mutlu olmayı öğrendim.
Fırındaki cinayetler ardından yaşananlara da biraz değinmek istiyorum…
Senin de sözünü ettiğin fırıncı Kurtumbellis’in kızı Kriti, benim çok iyi çocukluk arkadaşımdı. İlkokulda benden iki sınıf büyüktü… Fırındaki cinayetler esnasında annesinin gelip bizim evimize sığınması ve böylece canının mucizevi biçimde kurtulması nedeniyle müteşekkir olmuşlardı bize ve daha da yakın bir dostluk kurmuştuk. Fırındaki cinayetler esnasında kalçasından vurulmuştu ve annem onun yaralarını sarmaya çalışmaktaydı. Kriti’nin Katia adlı küçük bir kızkardeşi ve Akis adlı bir de erkek kardeşi vardı – Akis benden bir yaş büyüktü. 1960 yılında Amerikan Akademisi Yatılı Okulu’nda aynı odada kalacaktık Akis’le. Evlerimizden Ayios Andreas İlkokulu’na doğru üçümüz birlikte yürürdük, bunlar o kadar değerli hatıralar ki, kitaplar yazılabilir…
Evridiki Kurttumbellidu, annesinin ve iki işçisinin kendi gözleri önünde öldürülmesine tanık olmuştu… İki ev yan yanaydı, iç içeydi – bunlardan birisi fırın, birisi de evleriydi. Kriti bir radyo tamircisiyle evlenmiş ve düğün kutlaması da burada yaşılmıştı. Harika bir aileydiler. Evridiki bize geldiği zaman anneme “İriniciğim” demişti, “annemi ve iki işçimi öldürdüler ve şimdi de bizi öldürecekler…” Hayatını kurtarmak için koşup kaçmıştı, bir ses duymuştu kafasında, “Metaksaların evine doğru koş” diye… Herhalde Tanrı’nın melekleri tümünü de izlemekteydi…
Ailem başka bir silahlı Kıbrıslıtürk grubu tarafından alınıp başka bir yere götürüldü sonra ve 31 Aralık 1963’e kadar esir kaldılar.
Ben Amerika’da onların serbest bırakılışını akşam haberlerinde, televizyonda görmüştüm ama onları tanıyamamıştım… İki hafta kadar sonra babam bana bazı gazeteler göndermişti, bunları aldım, işte orada, gazete haberlerindeydiler. Evlerini ve her şeylerini kaybetmişlerdi ancak Allah’ın yardımıyla, bir mucize eseri hayatları kurtulmuştu…
1963’ün üzücü olaylarından sonra ailem eğer terk etmek zorunda kaldıkları evlerini geri alabilecek olsalardı, Kıbrıs’ta kalacaktılar. Ancak bu hiçbir zaman olmadı. Babam Tanrı’ya dua ediyor ve üç yıla kadar evlerine geri dönemezlerse bunun bir işaret olacağını, daha iyi bir hayat kurabilmeleri için evlatlarını Amerika’ya götürmesi gerektiğini anlayacağını söylüyordu. Çok zor günler geçiriyordu ailemiz, 1963’ten sonra…
Babam Devlet Matbaası’nda çalışmaktaydı ve 30 yıllık hizmeti ardından 1966 yılında emekliye ayrıldı. Londra’ya gitti – burada kızkardeşim King Edward Memorial Hastanesi’nde hemşire olmak üzere eğitim görmekteydi. Chicago’da bir şirkette baskıcı olarak çalışmak üzere ABD vizesine başvurmuştu babam ve bir süre Londra’da kalarak vizesinin çıkmasını bekledi. O günlerde Amerika’da eski model dizgici bulmak çok zordu, bu nedenle babam ABD Çalışma Bakanlığı onay verince, bulduğu işe gidebildi. Babam için bu çok büyük bir mücadeleydi çünkü annemin ailenin geri kalanını geçindirecek bir geliri yoktu, ailem hala Kıbrıs’taydı. Ben ABD’de öğrenciydim… Annem ev temizliğine giderek, ailemizin ayakta kalmasını sağlamaya çalışıyordu…
1968’in Eylül ayında babam ve ben, bir erkek ve bir kızkardeşimizi Amerika’ya getirmeyi başarmıştık. Ben yaz aylarında bir kimya şirketinde çalışarak Tenessee’de kızkardeşimi koleje yazdırmak için para biriktirmiştim, gene Tenessee’de başka bir okula gitmekteydim. Erkek kardeşim babamla kalarak gündüzleri bir bakkalda çalışıyor, geceleri de liseye devam ediyordu…
DEVAM EDECEK