Kıbrıslı Rumlar yaşadıkları ekonomik kriz ile Kıbrıs Sorununun çözümü arasında henüz bağlantı kurmaya başlamadılar. En azından şimdilik bu konuda pek konuşulmuyor. Fakat gerek dış basında, gerekse Kıbrıs Sorunu ile ilgili diplomatik çevrelerde krizin çözüm perspektifi oluşturabileceği dile getiriliyor. Örneğin, Financial Times gazetesinin bu konuda yazdığı yorum dikkat çekicidir. Benzer biçimde, geçtiğimiz günlerde BM Genel Sekreteri eski Kıbrıs Özel temsilcilerinden Michael Moller de bir yazısında ekonomik krizin çözüm için elverişli bir ortam yaratabileceğini ileri sürüyordu.
Bölgede yaşanan gelişmeler de benzer bir yöne işaret ediyor. Türk-İsrail yeniden-yakınlaşması, Doğu Akdeniz’de doğal gaz yataklarının bulunması, Kürt Sorununun çözümü, Kıbrıs Sorunun aşılmasına yardımcı olabilecek nitelikte gelişmelerdir. Kıbrıslı Rumlar açısından son günlerde ortaya çıkan tabloya baktığımız zaman da çözümü teşvik edici olgular görürüz: Kıbrıslı Rumların doğal gazı tek başlarına değerlendirmeleri pek mümkün görünmüyor; İsrail-Yunanistan-Kıbrıs üçgeni üzerinden kurulmak istenen “stratejik işbirliği” bir yandan ekonomik kriz, diğer yandan da Türk-İsrail yakınlaşması nedeniyle sonuç alıcı değildir; Rusya’nın da Kıbrıslı Rumları büyük “müttefiki” olduğu söylenemez. “Rusya-AB”, “Rusya-Almanya” ilişkileri söz konusu olduğunda, Rusya’nın Kıbrıs Cumhuriyeti’ni es geçebileceği görülmüştür; Kıbrıs Rum toplumu AB içinde ve Euro-Bölgesinde kalmaya mahkumdur. Üstelik, güçlü bir üye olarak değil, yardıma muhtaç bir üye olarak…
Bütün bunlar doğrudur ama böyle bir ortamda fırsatçı bir yaklaşım sergilemek barış açısından işe yarar mı?
Sami Kohen 5 Nisan 2013 tarihli Milliyet gazetesinde Ankara’nın mevcut durumu bir “fırsat” olarak gördüğünü yazdı: “Ankara “yeni bir Kıbrıs açılımı” için, bu yeni durumu bir fırsat olarak değerlendiriyor. (…) Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Kıbrıs konusunda yeni bir öneriyi içeren bir mektup yazdı. Bu öneri (…) çözüm için şimdiye kadar sonuç vermeyen iki lider arasındaki müzakereler yerine, Türkiye, Yunanistan ve iki toplum liderlerinin katılacağı bir “dörtlü konferans” öngörüyor. Bu diplomatik girişim aslında Davutoğlu’nun son zamanlarda çeşitli vesilelerle Kıbrıs konusunda söylediklerinin bir devamı. Bakan o demeçlerinde daha açık konuşmuş, “ya eşitliğe dayalı birleşme ya da iki devlet” formülü üzerinde durmuştu.”
Ankara’nın bu girişimini Kıbrıs Rum tarafı ve Yunanistan “fırsatçılık” olarak değerlendirdiler ve olumsuz tepki verdiler. Sami Kohen yazısında bu konuda şunları söylüyor: “Ne var ki Kıbrıs Rum ve Yunan tarafından gelen ilk tepkiler olumsuz. Kıbrıslı Dışişleri Bakanı Yanis Kasulidis Türk hükümetini Güneydeki “zor durumdan yararlanmaya kalkışmakla”, yani bir nevi fırsatçılıkla suçladı. Yunan Dışişleri Bakanı Dimitris Avramopulos da benzer bir tepki gösterdi. Yani Güney Kıbrıs’taki ve Atina’daki algılama, Türkiye’nin her iki ülkede yaşanan sıkıntıları istismar ederek kendi görüşlerini kabul ettirmeye çalıştığıdır. Bu kadar şüphe ve güvensizlik varken, çözüm nasıl bulunur?”
Sami Kohen’in tespitlerinden yola çıkarak soruyu tersten soralım: “Bu kadar şüphe ve güvensizlik varken, “Ya Taksim ya Çözüm” demenin alemi var mı? Bu yaklaşım, Kıbrıs Rum toplumunun şüphe ve güvensizliğini daha fazla perçinlemiyor mu? Çözüm ve barış isteniyorsa, kullanacak dil bu mu olmalı? Elbette hayır! Çözüm momentumuna fırsatçı bir anlayışla yaklaşmak, o momentumun uçup gitmesine yol açabilir. Bunu anlamak için “tarih dosyasına” bakmak yeterlidir. Tek taraflı güç dayatmasıyla kalıcı barışın sağlandığı görülmemiştir. Yakın Kıbrıs tarihi bunun örnekleriyle doludur. Türk tarafı ilk defa 1958 yılında “Ya Taksim Ya Çözüm” demişti ama bulunan çözüm kalıcı olamamıştı. Milliyetçi saplantıların yanı sıra, bunun bir nedeni de Kıbrıs Rum toplumunun onurunun rencide edildiğini düşünmesiydi. Nitekim bu algılama biçimi 1964 krizine yol açmıştı. Bu sefer de Kıbrıslı Rumlar Türk tarafına tek taraflı dayatmalarda bulunmaya kalkıştılar ama onlar da sonuç alamadılar. Benzer biçimde Türk tarafının 1974 dayatması da barış getirmedi.
Barış, bir toplumun onurunu rencide ederek kurulamaz. Tam tersine, bulunacak çözümün halkların onurunu ihya etmesine dikkat edilmelidir. Bu sadece Kıbrıs Sorunu için geçerli değildir. Kürt Sorununa çözüm arandığı bu günlerde bu noktaya özellikle önem verilmelidir. Büyükler kendi güçlerini küçüklerin onurunu çiğneyecek biçimde kullanmaya kalkarlarsa, buradan barış değil, garaz ve hınç çıkar. Unutulmamalıdır ki, tarih, başka şeylerin yanı sıra, onur mücadelelerinin de yaşandığı bir alandır. Ayrıca, günümüzün karşılıklı bağımlılığa dayalı dünyasında hiç kimse diz çökecek kadar çaresiz değildir. Bu yüzden rakiplerinizle empati kurmak son derece önemlidir. Zaman güç gösterisi zamanı değil, gönülleri kazanma zamanıdır. Türk tarafı “Rumlar battı” veya “denizin altında doğal gaz var” diye fırsatçı bir yaklaşım içine girmemelidir. Çözüm olacaksa, bu, Hegel’in saptamasındaki gibi olacaktır: “hiç bir şey zamanı gelmiş bir fikirden daha güçlü değildir”. Bu anlayıştan üretilecek duygu ve siyaset “fırsatçılıktan” daha kıymetli, daha sonuç alıcıdır. En önemlisi, böyle bir bilinçten çıkacak sonuç daha kalıcı olacaktır. Evet, Kürt Meselesinde olduğu gibi, Doğu Akdeniz’de de barışın zamanı gelmiştir. Bu momentumları dar çıkarlara dayalı kaba bir pragmatizmle harcamamak gerekiyor.