Kasırgalı denizin sessiz ustası… GÜNER PİR…
FIRTINAYLA DİNGİNLİK BİR ARADA…
Yeni yapıtlarını büyük bir sabırsızlıkla beklediğim Güner Pir, nihayet, son çalışmalarını ‘Saçaklı Ev’de – geçtiğimiz günlerde – ilginç bir başlıkla sergiledi: “Eskitilmiş Zamanlar.”
Bu ‘Eskitilmiş Zamanlar’ bizim – Kıbrıslı Türklerin – kanaması hiç durmayan,unutmak istesek de ‘unutulmayan’, o derin ve acılı geçmişimizdir aslında: “Kapılarımız, İsyanlarımız: Halid Arab, Mida vb, Göç Yollarımız, bilinçsizce yapılan sözde ‘Vatan Hainlerinin Kıyımı, Savaş Esirlerimiz… Kıbrıs Usulü Büyüler, Kadınlarımız… Kadınlarımız…
Ve evet Lefkoşa: “Yıllardır, hep aynı yerde sayan Köstekli, eski bir saat gibi / O, son sınavda / sıfır almak gibi / Kuru bir küf, yılgınlık ve utanç kokuyor / Bu Şeher eskisi.”
Ve, Bendolar… Ve, Araplara Satılan Kızlarımız… Ve de hâlâ zonklayan onca acı…
HÜZNÜN BİLİNÇLE SÜZÜLMESİ…
Bütün sanatçılarımız gibi Güner Pir de sanatını yakından izlediğim bir sanatçımız… O, çok azı gibi – ‘kendine özgü’ bir sanat olgusu yaratmış bir sanatçımız. O’nun resimleri, ülkesinin, insanının, kültürünün yarattığı hüznün bilinçli olarak süzülmesi gibidir… Ülkemiz ve insanımızın gittikçe daha da ağırlaşan yaşamının taa başından beri bilinçli olarak süzülüp, insanımıza sunulmasıdır… Ve, sanatçı için de, bu yozlaşmadan bir çeşit arınma… aynı yürek atışında olanlarla da bu arınmayı paylaşımdır.
Tüm bunları, evrensel bir anlam ve boyuta oturturken… Diğer yandan da, özgün, yalın ve çarpıcı bir anlatım dili oluşturuyor. Tuvalde, gittikçe daha yalın daha büyük formlara yönelirken, objelerin gittikçe büyüdüğünü, tuvali de aşıp özerklik kazanarak, birkaçı yan yana gelip bütünsellik içeren birer ‘gerçeklik imgesi’ olarak tüm varlığına oturuyor insanın…
Kavramsal bir anlama oturttuğu bu dizilerinde, sanatçının, farklı derinlikleri belirli ışık ve gölgeyle zenginleştirerek, bunu da çok iyi sistemleştirdiğini kabul etmek ve onu kutlamak gerek…
KÜLTÜREL ÖZ…
Güner Pir, 1970’li yıllardan bu yana, tüm aşırılıklardan uzak, kendi sanatında bir yenilenme ve başarılı bir gelişim çizgisi sürdüren bir sanatçımız. Onun eserlerinde bir önemli yan da, içerdikleri ‘kültürel Öz’ ve bunun biçime yansıması…
Ve, sanatını yaratırken onun bir parçası olması…
Sanırım, onun başarısının bir nedeni de, yaptığı işe inanması, ona saygı duyması, nice çetin olursa olsun yılmadan ona sarılması… Ör. Bu son sergisinde – neredeyse – koskocaman bir tarihimizi resimlerken, hasbelkader benim ve Demirağ’ın, şiirlerinden alıntı yapma konusundaki olağanüstü titizliğinin nedenini sergiyi görünce anladım… Onun tek ölçütü kişiler falan değil… sadece yaratacağı eserlerdir!
Sergiye gereken o müthiş titizliği aklıma düşerek, “Ve, o oranda da başardı…” dedim.
Bu tablolara sanki hiç el değmedi… Rengin ve ışığın en ince ürpertisi kendiliğinden gelip yerine yerleşiverdi…
Kültür denizimizde sanki bir bilge gibi… kımıl kımıl, sırılsıklam, rengarenk nakış tutmuştur o… Bir tılsımlı avdır ki bu, başkasına asla benzemez… O kocaman tuvalleri adeta bir kuyumcu gibi büyük bir özenle işliyor…
SIRADIŞI BİR ÇALIŞMA…
Evet, hakkını yemeden vurgulamak gerek: Bu sergi, Güner Pir’in çok başarılı, sıra dışı çalışmalarından biridir…
Sanatçının arayışlarını, kuru form denemeleri olmaktan kurtaran en önemli özellik, onun, bugüne başarıyla bağlamaya çalıştığı geçmiş, can alıcı kültürümüzü seçme ve işleme konusunda gösterdiği titizliktir; ki, hedeflediği sonuca varmak için, her sergisinde farklı bir yaklaşım sergilemesine karşın… kimi malzemeler ve yaklaşımı ısrarla teker teker ele almaktan çekinmemesidir…
Ki, bunlar bir bakıma sanatçının da ustalığının bir göstergesidir… çünkü:
Kendi kültüründen hareket ederek, evrensel bir dil yaratıyor.
‘Araplara Satılan Kızlarımız’ tablosu.
DEMİRAĞ’I YİTİRELİ…
28 Kasım 2010
Tam bir yıl oldu Fikret Demirağ’ı yitireli…
O, dört dörtlük bir şairdi…
Sanki ruhunda uçurumlar vardı… bunları şiirle aktardığı…
Hiç umulmadık zamanlarda ansızın kaygılanan ya da bir yanardağ gibi gürleyiveren…
Tüm yitirdiğimiz değerlerimiz gibi onun eserlerini de okurum zaman zaman… Aslında, o okur ben dinlerim… diğerleri gibi…
Bazen öyle bazen öyle çok şey anlatırlar ki… İnsana diyecek bir söz bırakmıyorlar…
Aslında, bizi ayıran hayat değil ki hiçbir zaman… Bizi ayıran zaman… O da zaten:
“Ada’mın sahilinde bekliyorum
***
Kimisi ölünce ardında onca servet ve o servetten kaynaklanan bir ün bırakır… Ama,
Kimisi de, gelecek nesillere örnek olacak bir yaşam…
Ölümü anlamlı kılan, yaşamdır… Yaşamın biçimidir… Arkasında bıraktıklarıdır…
Fikret Demirağ da arkasında oldukça yüklü bir “sanat – yazın” mirası bıraktı toplumuna.
O, ölmeyi hak edenlerdi…
BİR KEZ DAHA…
Sürekli düşünüyorum, bazen de yazdığım bir konuyu, öneminden ötürü bir kez daha yazmak istiyorum:
Hizmet etmiş, önemli çalışmalar ve eserler bırakmış değerli insanlarımızdan söz etmek için ille de onların ölümünü bekliyoruz… Bazen ölümünde bile tınmıyoruz.
Gerçi, kimi ağustos böcekleri yaşarken de kendilerinden bol bol söz ettirme şansına sahiptirler ama, çoğu karıncanın değerinin dile getirilmesi için ölümü gerekiyor… o da kısa bir süre için…
Çoğu kez bazı arkadaşlarla didindik durduk… Yılda bir gün olsun: “TÜM YİTİRDİĞİMİZ SANATÇILARIMIZI ANMA GÜNÜ” yapalım diye… (Hiçbir kulağa ulaşılamadı. Bir belediye olsun bu konuda bir önderlik yapamaz mı… Bu konuda müzeler kurulamaz mı!)
***
Toplumda bir sanatçı öldüğü zaman – toplumun “önemli kişileri !!! kadar olmasa da şöyle bir ahlı vahlı törenler yapılır (sözde)… Sonra da unutulur gider… Yazsam sayfalar dolar, kimleri kimleri unutmadık / bir daha adlarını anmadık ki!
Keşke ve artık bunları, bu ‘anlık’ boşalımları bir kenara bıraksak, keşke, “ölenin kurduğu dünyayı, yaratısını” tüm boyutlarıyla tanıyıp tanıtabilsek de… O kültürle beslenen nesiller yetiştirsek…
ŞİMDİ… ÖRNEĞİN…
Fikret Demirağ’ın, “Kurduğu dünyayı” tütün boyutlarıyla tanısak ve tanıtsak… Yazarlık sürecince verdiği savaşın anlamına varsak ve vardırsak bilinçle… Eserlerinde yansıttığı, “Kendi – Toplum ve insan gerçeğimizi iyice anlayıp, çocuklarımızı da onlarla beslesek manevi olarak…
Bir sanatçıyı sevmenin, ona saygı duymanın ilk koşuludur bu…
***
Bunları yazarken neredeyse içim tıkanıyor… Düşünüyorum da, bir ‘anma yazısında’ bunca şeyi yazmam mı gerekirdi… (Galiba gerekirdi kalemim değil de yüreğim araya girdiği için…)
Ve , daha da ötesini yazarak, size bir soru sormak istiyorum:
- Hiç, yaşamla hesaplaşıyor musunuz…
Bana değil, yanıtı kendinize verin lütfen; çünkü, ben inanıyorum ki, neredeyse hepimiz, ‘bir sürü olayı – olguyu görmezlikten geliyor, görsek bile ondan kaçıyor, savsaklıyoruz…”
Yani efendim, biz sadece kendimizden değil… Hayattan da kaçıyoruz…
Sanırım Çehov’un, “Üç Kız Kardeş” romanının son perdesinde, Olga’nın söylediklerindeydi…
“Tanrım! Zaman geçecek, bizler de sonsuza ayrılıp gideceğiz yaşamdan yüzlerimiz, seslerimiz, kim olduğumuz unutulup gidecek…”
***
Evet, durmadan aramıza duvarlar örüyoruz… Çoğu kez varsayımlarla Ama ve keşke varsayımlar yerine “var olmayı” bir bilsek! (Sanırım bu yeteneğimizi yitirdik!
***
Fikret Demirağ bir yıl önce ölmüştü…
***
Onu yitirdiğimizde yayımladığım şiiri bugüne uyarlayarak… Ve, onu sevgiyle anarak…
ŞAİR ÖLMÜŞ
Şair ölmüş…
Yas denizi ışıldıyor
Bir yaşam dizesine gömdük onu…
Şair ölmüş, toprağa gazel düştü…
Bir Kıbrıs Türküsü’ne gömdük Onu…
Şiirinin örtüsüne bürüdük
Ağu ağacının dalına
Acılı toprağına gömdük…
Bu talihsiz adanın
Bir zeytin ağacının gölgesine
Bir yağmur damlasına
Gömdük onu…
Şiirin doğduğu yere
Bir köy masalına gömdük onu…
Şair ölümüyle de çoğalır
Şiirlere gömdük onu…
***
Işık içinde yat Sevgili Demirağ
Seni hep özleyeceğiz…