I.
Karantina gecelerinde keyif ve merakla izlediğim Vikingler dizisinin 5. sezonunun son yarısında izleyicilere adım adım şekillenen bir trajedi sunulur.
Dizinin temel karakterlerinden biri olan Floki, -ki kendisi pagan tanrılara en yakın olan, inancı ve mistik yönü ağır basan bir karakterdir- uzun yıllar boyunca gerçekleştirilen Batı seferlerine ve savaşlara katılmamayı kararlaştırır. Son kez katıldığı İngiltere’deki savaştan kendi yaptığı küçük gemisiyle, pusulasız bir şekilde denize açılır. Floki kendisini tanrıların ellerine bırakır adeta. Gemisi sürüklenerek toprağı ölü, volkanik bir adaya vurur. Burada Floki’nin tanrılar ile karşılamasını izlemeye başlarız. Halüsinasyon mu yoksa Floki’nin görmeyi arzu ettiği şeyleri mi izlediğimiz tam net değildir. Fakat Floki kısa süre içerisinde adanın pagan tanrılarının adası olduğu kanaatine varır. Biraz zaman geçirdikten sonra adadan ayrılarak kendisinin de yerleşim yeri olan Kattegat'a döner. Amacı inancı sağlam insanlarla birlikte, geri tanrılar adasına dönmek ve burada pagan tanrılara sadık, eşitlik ve adalet temelli demokratik bir topluluk kurmaktır. Yani ütopyasını gerçekleştirmek. Nitekim, ülkesinde Floki’ye inanarak, ona katılan bir grup insan kısa sürede ‘tanrılar adasına’ gelir. Fakat yaşananlar hiç de Floki’nin arzu ettiği gibi olmaz. Daha adaya ayak basar basmaz, Floki ile beraber gelenlerin çoğunluğu toprağın verimsiz olduğunu görür. Üstüne üstlük Floki’nin ‘gördüm’ dediği pagan tanrıları da müstakbel yerleşimcilere görünmez. Daha adaya adım atılır atılmaz grup içerisinde gerilimler de başlar. Çok az insan Floki’ye inanmaya devam ederken kısa süre içerisinde grup kendi arasında kavga etmeye, cinayetler işlemeye ve Floki’ye inanmamaya başlar.
Fakat Floki ısrarla insanın değişebileceğine ve geride bıraktıklarından farklı bir hayat sürebileceklerine inancını ve çabasını sürdürür. Yine de Floki’nin çabası boşa çıkar. Toprakta ürün yetiştiremeyen, hava koşullarından dolayı barınamayan, kendilerine tanrıların gözükmemesinden dolayı da inancı kırılan topluluk kendi içlerinde bitimsiz bir intikam kavgasına tutuşur. Günün sonunda Floki’nin en çok güvendiği kişiler de dahil olmak üzere birbirlerini öldürmeye başlarlar. Floki’nin hayali bir trajediye dönüşür.
Birbirini yok eden topluluktan ayrılan Floki’nin son sözleri ise “yanılan bendim çünkü insanın değişebileceğine inandım” olur.
Floki en umutsuz anında bir volkanın eteğinde bir mağara görür. Pagan tanrılara ulaşabileceği umudu son kez içinde canlanır. Heyecan ve merakla mağaranın içine girer, gittikçe derinine iner… Floki’nin mağaranın dibinde gördüğü şey ise yıllarca düşman olarak savaştığı Hristiyanların hacı olur. Çığlık atar, ağlar… Floki’nin tüm inancı yerle bir olmuştur. Tam o sırada volkanda bir sarsıntı gerçekleşir ve Floki enkaz altında kalır. Floki’nin inanç ve yeni bir yaşam umuduyla çıktığı yolculuk, tanrıların ve ütopyasının enkazı altında kalarak, trajedi ile sonlanır. Bir kez daha insanın doğasının kötü ve değişmez olduğu kulağımıza fısıldanız.
II.
Şimdi Floki’yi bir yana koyalım. Ve günümüze gelelim. Aşağıdaki sözler son yılların yıldız entelektüellerinden Yuval Noah Harari’ye ait:
“En büyük tehlikenin virüs olmadığını düşünüyorum. İnsanlık, bu virüsün üstesinden gelmek için yeterli bilimsel altyapıya ve teknolojik araca sahip. Bizim en büyük problemimiz doğamızda yer alan nefret, açgözlülük ve cehalet. Maalesef insanlar bu krize küresel dayanışma ile değil, diğer ülkeleri, dini ve etnik azınlıkları suçlayarak, nefret dili kullanarak karşılık veriyor.”
Harari de aslında Floki'nin trajedisinin dayanak noktalarından biri olan insan doğasına gönderme yapıyor. İnsan doğasındaki, nefret, açgözlülük ve cehalete... Ve tam da bu noktada aslında bitimsiz bir tartışmaya gönderme yapılıyor, “insan doğası nedir ve nasıldır” tartışması.
Böyle bir tartışmaya burada dalma niyetinde değilim. Fakat en azından insan doğasıyla ilgili olarak mutlak ve evrensel ifadelerden kaçınılması gerektiğini düşünmekteyim. Üniversitede felsefe hocam insan doğasını alışkanlıklarımızın toplamı olarak tanımlardı. Ve bu alışkanlıklar da insanın özünde olan değil, tarihsel ve kültürel olarak belirlenmiş deneyimler toplamıdır.
Hatta son zamanlarda insan doğasının kurgulanmış ve yaratılan bir mefhum olduğunu düşünmeye başladım. İnsan doğasının sürekli olarak kötü ve bencilliğe yatkın olduğu söylemini kuranlar da tam aksi insan doğasının iyilik ve dayanışmaya yatkın olduğunu ortaya atanlar da aynı ideolojik kalıpların farklı versiyonlarını üretiyorlar aslında. Her iki durumda da, üzerinden bir yapı inşaa etmeye dönük arzular söz konusu. İnsanı oluş ve süreç olarak kabul edecek olursak, ki ben buna daha yatkınım, potansiyelinde taşıdığı her şeye de açık olmak gerektiğini düşünüyorum. İyiliğe ve dayanışmaya, kolektifliğe ve paylaşıma açık olduğu kadar; kötülüğe ve bencilliğe, bireyselliğe ve sahip olma istencine de o kadar açıktır. Ve bir adım daha öteye gidece olursak, insan doğasını, sadece böyle bir düalistik bağlamda değil, aynı zamanda iyinin içinde kötünün de barınabileceği, kötünün içinden iyinin de çıkabilceği çatışmalı ve diyalektik bir süreç olarak kavramın daha isabetli olduğunu düşünüyorum. Mesele burada hangi değerlerin süreç ve oluş içerisinde bir güç konumuna gelebileceği, dönüşümün birer parçası olabileceği. İnsan doğası tartışması, teferruatlı işlenebilecek bir konu. Şimdilik, özcü yaklaşımlardan kaçınılmasının ve insanın doğasını da bir 'olagelme' olarak değerlendirmesinin önemli olduğunu belirtelim ve son kısma geçelim.
III.
Küçük dünyalarımızda, kısır tartışamaların arasında günleri tüketirken, tüm alışkanlıklarımıza darbe indiren bu salgınla sadece tıbbi bir mücadele verilebileceğini düşünmüyorum. Çünkü Harari'nin haklı olarak dediği gibi, salgın doğamızda yer alan nefret, açgözlülük ve cehalet gibi unsurların daha da açığa çıkmasına neden oldu. Bir şok dalgası karşısında, korku duyan insanın kötücül duygularının nasıl ve neden ortaya çıktığını anlamaya çalışmak, onları yargılamaktan daha faydalı olacaktır diye düşünüyorum.
Nefret, açgözlülük ve bencillik gibi faktörler bir şok karşısında oluşmadılar. Zaten hali hazırda 'normal' dediğimiz süreçlerin içerisinde gelişip yayılmış, içselleştirilmiş ve hatta normalleştirilmiş alışkanlıklar halini almıştı. Şok, sadece onların çok daha görünür olmasını sağladı. Zaten hali hazırda yaşadığımız sistemin temel dayanak noktaları da bu tür unsurlar üzerinden şekillenmiyor mu? Sürekli olarak insanları rekabete, başkalarından şüphe etmeye, tüketime ve gösterişe çağıran bir yapıdan, dayanışma, şefkat ve iyilik beklenebilir mi? Şok dalgasının bize gösterdiği en önemli unsurun, hem yerel ve mikro, hem de küresel ve makro odaklı bir dönüşüme duyulan ihtiyaç. Mutlak olarak böyle bir dönüşüm gerçekleşecek demiyorum. Pek çok yazar bu süreci bir sorgulama ve içe dönme, ama bunu yaparken de üretken ve iyiye doğru dönüşüme katkı yapacak bir yerden dillendirdi. Öte yandan bugün arkasında kitlelerin arzularını sürükleyen piyasanın çarklarının bir an önce 'normalleşme' zorlamasının ise bu sürecin yeni bir tüketim ve yıkım dalgasını da beraberinde getireceğinden korkmaya başladım.
Bir eşikten geçtiğimiz aşikar. Eşikte olmak aynı zamanda yaratıcı potansiyellere de olanak sağlar. Belki de insanın doğasının yeniden şekilleneceği bir süreç kapısı aralanmakta. Belki de insan alışkanlıklarının laneti altında kendi uygarlığının sonunu kısa bir fragmanı olarak seyrediyor. Belki de her şeyin dijitalleştiği ve robotlaştığı bir çağda yaşayanların değil yaşamayanların doğasına odaklanacağız.
Zaman Floki'nin “yanılan bendim çünkü insanın değişebileceğine inandım” cümlesini boşa çıkartabilecek mi? Corona virüs insanlığa, ama özellikle de %99'a yeni bir küresel ortaklaşma ve dayanışma imkanı ve ortak bir düşte buluşma bağlamı sağlayacak mı? Bunu dillendiren filozoflar var. Yoksa tam tersi daha da içe kapanık, totaliter ve herkesin herkesten şüphe ettiği, korku ile yaşamaya alıştığı bir doğal ortam mı ortaya çıkacak? Bunu da dillendiren filozoflar var. Belki de ikisi bir arada, iç içe geçmiş şekilde yaşanacak. Distopya diye bir şey yoktur. Çünkü distopik olan her şey normalin uyumu ile baş başa gidiyor.