Zorlu matematik problemlerini çözmekten daha zor bir iştir fotoğrafa bakmak!
Ben küçükken fotoğraf çekmek önemli ve sınırlı bir işti; makinayı düzgün tutmalı, tek gözümüzü kapatmalı, deklanşöre basarken elimizi titretmemeliydik. Zira fotoğraf makinasındaki filmin içerdiği 24 ya da 36 kare kadar fotoğraf hakkımız vardı ve çektiğimiz fotoğrafları bu film şeridi tamamlanınca, fotoğrafçıda tab edildikten sonra görebiliyorduk.
Cep telefonlarının kamera özelliği sayesinde 7’den 70’e hepimiz fotoğraf çekiyoruz artık. Hatta belgeleri, beğendiğimiz bir ayakkabıyı, okuduğumuz kitabın içinde hoşumuza giden bir paragrafı bile fotoğraflıyoruz; nasılsa cebimizde…
Her an her şeyi görüntüleyip kaydedebilme olanağı bu derece günlük hayatımızın bir parçası olmuşken; hiç çektiğiniz bir fotoğrafta birisinin kafasından ışık demeti çıkıyor olduğunu ve bu ışık demetinin o kişinin kafasında “taç” gibi göründüğünü fark ettiniz mi?
Aslında o ışık arkadaki duvarda görünüyordu; ancak beynimiz fotoğrafı çekerken nesneleri gözlerimizle olan mesafelerine göre birbirlerinden ayırmıştı ve bu ayrıştırma, iki boyutlu olan fotoğrafa yansımadığı için nesneler birbiri üzerine bindi. Sonuç: Duvardaki ışık birinin başının tacı oldu!
Sinirbilimcilere sorarsanız, beynimizi bir hayatta kalma donanımı olarak tanımlarlar. Hayatta kalmamızı ve karmaşık bir dünyada hedeflerimize ulaşmamızı sağlamak işini, evrende en iyi yapabilen cihazımız, çoğu kez bir bilgisayara benzetiliyor. Bir nesneyi ya da bir oluşu anlamaya çalıştığımız zaman bunu bildiğimiz bir cisimle özdeşleştirmek işimizi kolaylaştırıyor. Bu nedenle, özellikle de karmaşık bir maddeyle karşılaştığımızda, onu genellikle çağın en büyük bilimsel ilerlemesinin ürünlerine benzetme eğilimindeyiz.
Beynimizi harika teknolojik cihazlarla özdeşleştirmemizin nedenlerine bakalım önce isterseniz…
Beyin de bilgisayar gibi temelde elektrik akımlarıyla çalışıyor ve mikroskobik düzeyde kablolarla birbirine bağlı olan çeşitli sistemleri bulunuyor. Geçmiş deneyimleri hatırlayabiliyor ayrıca; yani bir hafıza sistemine sahip beynimiz. Üstelik, vücudumuzda üretilen enerjinin yaklaşık %20’lik bir bölümünü, ki bu da ciddi miktarda bir enerji demek, beynimiz tek başına tüketiyor. Bu saydıklarımızla, bilgisayar - beyin benzetmesi haklı gerekçelere sahip görünüyor olsa da, unutmamamız gereken bir gerçek var; bilgisayarı biz yaptık!
Bilgisayar bilimciler insan yeteneklerini taklit eden yüzlerce program üretti bugüne kadar, ve üretmeye de gelişerek devam ediyorlar. Bu programlar üretilirken genel anlamda yapılan şey aslında belirli verileri depolamak ve veriler üzerinden belirli kurallar çerçevesinde sonuçlara varmak. Amaca yönelik tasarlanmış bir mantık sistemi olan bilgisayarlar, bu yapıları sayesinde karmaşık matematik işlemlerini hızlı bir şekilde gerçekleştirebiliyorlar, ya da satranç oynayabiliyorlar (ama arada bir insanlara yenilebildiklerini de belirtelim), veya en basit düzeyde söyleyelim; verileri objektif bir şekilde kaydedebiliyorlar.
Ancak hiçbir bilgisayar, ona verilen verileri algılarken yorumlamıyor, girdilerden felsefe üretmiyor, verilerde kafasına göre değişiklikler yapmıyor, göz yanılgısına düşmüyor, sanrılar deneyimlemiyor, hayaller kurmuyor, gün içinde veya daha önceden hafızasına kaydedilmiş girdileri düşünüp geceleri uykusunu da kaçırmıyor; hatta zaten uyumuyor… Bütün bunlar ve fazlası beynimize ait özellikler. Öğrendikçe değişin, gelişen, fiziksel yapısını ve bağlantılarını değiştirebilen; yani uyum sağlayabilen bir yapıya sahip olan beynimizi yakından incelediğimizde; öz farkındalık, duygular ve bilinç gibi kavramlar devreye giriyor ve “bilgisayar” benzetmesi bu bağlamda oldukça aciz kalabiliyor.
Beynimizin bir ürünü olan bilgisayarı beyinle özdeşleştirdiğimizde, bir şeyi kendi ürünü cinsinden açıklamış oluyoruz ve bu başlangıç için hiç de fena bir fikir sayılmaz. Fakat sonrasında bu modeli zihnimizde gerçek kabul etmek, cihazdan, makinadan öte özellikleri anlayamamak demek oluyor. Beyni esas çalıştıran şey “çi” diye de adlandırılan “yaşam enerjisi”dir.
Yazımızın başında bahsettiğimiz fotoğraf örneğine dönecek olursak; en zor işlerden biri de görsel bir sahnede yer alan nesneleri bir bir tanımlamak olsa gerek. Mesela masa üzerinde duran kalemin önünde su dolu bardak olduğunu, bunun yanında duran defterin sayfasında yazılar bulunduğunu gördüğümüzde, arka planda karmaşık bir hesaplama dönüyor ve biz bunu üç boyutlu olarak algılayabiliyoruz. Herhangi bir nesneyi yanlış değerlendirmemize sebep olacak kadar yetersiz veri algıladığımızda ise karışıklıklar yaşayabiliyoruz. Örneğin gece karanlıkta askıda duran elbiseyi insan silüeti olarak algılamamız ve anlık bile olsa orada birisi olduğunu zannetmemiz gibi. Beynimiz karşılaştığı olasılıkları, nesnelerle yaşamış olduğu geçmiş deneyimlere göre sınıflandırıyor ve bu deneyimler arasından duruma en uygun olanı seçebiliyor.
Anlattıkça dallanıp budaklanan çok konu var aslında beynin işleyişine dair. Ancak kesinlikle bir makinayla, bir bilgisayarla özdeş değil; dedik ya zaten onlar da beynimizin ürünleri… Evet bilgisayar programları, satranç oynarken hızlı olasılık hesaplamalarıyla çoğu zaman insan beynini alt edebiliyor, matematik dehası gibi en karmaşık problemlerin üstesinden gelmesi saniyeler kadar kısa sürebiliyor; fakat konu “görsel dünyayı anlamlandırmak” olunca yeni yeni yürümeye başlamış, yarım yamalak konuşan ufacık bir çocuk bile en gelişmiş bilgisayar programlarından üstün konumda olabiliyor! Bakmakla görmek aynı şey değil sonuçta!