George Kumullis
Geçen ayın 25inde oynanan Kıbrıs Kupası final maçında, Omonya’ya karşı bir pankart açan “Ethnikos (Milliyetçi) Ahna” futbol kulübü taraftarları, pankarta “Çok yaşa lider Grivas” yazmışlardı, bu da hiç kuşkusuz Kıbrıs Cumhuriyeti’nin ilerici yurttaşları arasında öfke ve kaygılara yol açmıştı...
Ethnikos Ahna futbol kulübünün 1974 Kıbrıs trajedisine katkıda bulunan bir adamı göklere çıkarıp onore etmesi, benim havsalama sığmıyor. Grivas yalnızca Kıbrıs’a zarar vermekle kalmamış, aynı zamanda Ahna’nın tüm sakinlerinin gçmen olmasına da yol açmıştır. Kulübün bizzat kendisi, kendisinin en büyük düşmanı gibi duruyor. Psikiyatristler bu eğilimi “kendi kendini yenilgiye uğratan kişilik bozukluğu” ya da “mazoşizm” olarak adlandırıyorlar. Bu sanki de (her Noel kesilip yenen) alinaların “Noel Çok Yaşasın” diye dev bir pankart açıp bununla yürümelerine benziyor...
Öte yandan Grivas’ın kahramanlıklarının göklere çıkarılmasının gerçekten de öfke ya da sürprize yol açmamalıdır çünkü
*** DİSİ’nin şimdiki lideri her sene Grivas’ı anma gününde anıtına giderek oraya çelenk koymaktadır,
*** Eğitim Bakanı da bu heykelin önünde, EOKA-B adlı suç örgütünün lideri karşısında hazırolda durmaktadır bu törenlerde...
*** Sağ’daki partiler ve örgütler, Grivas’a tapınmaktadır...
*** Parlamento, Grivas anıtının korunup tamiri için masrafları karşılamayı onaylamaktadır.
Bu konu yalnızca siyasi bir konu değildir. Aynı zamanda ahlaki bir konudur bu ancak ne tuhaftır ki Kıbrıs dramının bu yönü bizi hiç ilgilendirmemektedir. Bu yalnızca Sol için değil tümümüz için de böyledir. Fakat bu konuya girişmekte neden isteksizlik vardır? Bunun yanıtını antik Atinalı politikacı Hyperidis vermiştir: “İnsanlar bir konuyu tartışmaktan iki nedenle kaçınırlar, birisi korku, ötekisi ise utançtır...”
EOKA B suç örgütünün lideri olarak Grivas, bir dizi cinayetten ahlaki sorumluluk taşımaktadır. Ve bu yalnızca sol düşünceli insanların öldürülmesiyle ilgili de değildir. Bir dizi sağcı insan da öldürülmüştü çünkü EOKA-B’nin politikalarıyla uzlaşmadıklarını cesaretle açıklamışlardı – örneğin, EOKA savaşçılarından stelyos Mavros, bunlardan biriydi. O günlerin sağ çizgideki Birleşme partisinin önde gelen bir üyesiydi. “DirenişSavaşçıları’nın Kaydının Tutulması ve Eğitim Komitesi”ne göre, Stelyos Mavros, “Hasta olan Grivas’ı, saklanma yerlerinin ulaşılamaz olduğu yerlerde, iki kez omuzlarında taşımıştı... Stelyos Mavros, gerek fiziği, gerekse dağlık bölge hakkındaki şahane bilgileri nedeniyle Grivas’ı doktora taşıyarak hayatını kurtarmıştı, Grivas’a apandisit ameliyati yapılmıştı... (https: //antistasi1974.com/heroes link’ine bakınız).
Bu korkunç suç, Grivas’ın ne kadar nankör olduğunu göstermektedir ve Ocak 1974’te bu yüzden Glafkos Kliridis, öfkeli biçimde şöyle demişti: “Grivas’ı sıradan bir katil olarak ayıplamaları için Parlamento’ya ve halka çağrıda bulunacağım,” demişti. Ne yazık ki bu açıklamadan iki gün sonra herhalde bunu izleyecek çok büyük aşağılamayı kestirebildiği için Grivas bir kalp krizi sonucu ölmüştü...
Altıncı Emir’e karşı bir seri suçlu olan bir şahsı o zaman Devlet ve Kilise neden göklere çıkarıyor? “Öldürmeyeceksin” başlıklı emri bilmiyor muyuz? Yoksa ahlaki çöküntünün dibini mi bulduk? Yoksa bazılarımızın tenine yapışmış kokuşmuş faşizm ekzamasıyla mücadele etmek hala imkansız mıdır? İşte bu sorular, Kıbrıs toplumunun yanıtlamaktan kaçındığı sorular ve Hyperidis’in akatardığı nedenler arasındadır.
Buna ek bir sorun da bu sıcak konuda (bu doğal ve karakteristiktir) ELAM’ın sağcı futbol kulüplerine ne yazık ki Yönetim Kurulları’nın toleransıyla “organize” biçimde sızmasıdır. Eğer yalnızca 15 ile 18 yaş arasındaki genç insanlar parlamento seçimlerinde oy kullancak olsalardı, ELAM hiç kuşkusuz oyların yüzde 70’ini kazanabilirdi. Eğer bu genç insanlara konuşmayı başarabilecek olursanız, bunların Kıbrıs sorununun çözümünü “ENOSİS”te gördüklerini görebilirsiniz. Kıbrıs’ın bayrağına hakaret ediyorlar ve Kıbrıs Cumhuriyeti’nin sembollerini kucaklayanlara da “Yunan düşmanı” diyorlar. Tüm uluslararası karşılaşmalarda bu takımların taraftarları Yunan bayrakları sergileyerek, Türkiye’nin dünyaya verdiği popüler mesajı tehit etmektedirler ve Kıbrıs Cumhuriyeti’nin var olmadığını televizyon aracılığıyla aktarmaktadırlar. Onmilyonlarca Euro’ya mal olacak olan bu Türk propağandası, faşist Kıbrıslırumlar’ın onlara bir armağandıdır. Kısacası, Kıbrıs’ın “milliyetçi” futbol kulüpleri, farkına varmadan Erdoğan’ın ateşli savunucularına dönüşmüşlerdir! Eminim ki Erdoğan’ın kendi partisinin toplantılarında, bu kulüplerin gelişmesinden yana kadeh kaldırılmaktadır.
Nihayetinde, “yurtsever” futbol külüplerinin davranışları, “Ethnikos Ahna” (“Milliyetçi Ahna”) kulübünün davranışlarından farklı değildir.
Bu kulüplerin nihai tahlilde, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin sembollerine karşı nefretlerinin, devletimizin varlığının altını oyduğunu ve bunun da Türkiye’nin çıkarına olduğunu anlayacak kapasiteleri yoktur – Yalnızca Yunan bayrağının tanınması ve “Kıbrıs Yunandır” gibi sloganların sergilenmesi, Tarih’in bize öğretmiş olduğu gibi Kıbrıslırumlar’ın zararınadır. Bu “yurtseverler”in terminolojisini kullanacak olursak, davranışları yüksek derecede anti-Yunan’dır...
(George Kumullis’in 4 Haziran 2022’de POLITIS gazetesinde yer alan ve ricamız üzerine kendisinin İngilizce’ye çevirdiği makaleyi özetle derleyip Türkçeleştiren: Sevgül Uludağ/YENİDÜZEN).
Resim George Gavriel'in bir çalışması...
*** Kıbrıslırum yazar Kiriakos Cambazis:
“1955-59’la ilgili mücadele, tüm halka özgü değildi...”
George Kumullis’in makalesiyle ilgili sosyal medyada katkıda bulunarak düşüncelerini paylaşan Kıbrıslırum yazar Kiriakos Cambazis ise şöyle yazdı:
“Ben de Grivas fenomeniyle ilgili birşeyler eklemek istiyorum. “1955-59 mücadelesinin tüm halkın mücadelesi” olduğu yönünde söyledikleri şimdiki siyasi liderlerin tarihi gerçekliği bir çarpıtmalarıdır. Bu, herkese uygun gelen büyük bir yalandır: Sağdan sola kadar... Herkes bu pozisyona bağlanmıştır, Makarios, Grivas ve bu mücadeleyi yürüten diğerleri...
HAYIR, bu mücadele, tüm Kıbrıs halkının mücadelesi değildi. Sözkonusu mücadele ENOSİS için yürütülen bir mücadeleydi ve insanların çoğu da bu mücadeleye katılmamıştı... Sağın bir kesimi de bu mücadeleyle uzlaşmamıştı, Sol’un ezici çoğunluğu ile Kıbrıslıtürk toplumun tümü ve belki de Kıbrıs’ta yaşayan diğer küçük toplumlar da bu mücadeleyi onaylamıyordu. EOKA, iki aşırı sağcı tarafından kurulmuştu, bunlar da Makarios ile Grivas idi, özellikle dini kurumlardan genç insanları buna üye yapıyorlardı. Eylem yaptığı dönemde, insanları terörize ediyorlardı...
Nihayetinde, EOKA mücadelesini halkın bir mücadelesi olarak kaakterize etmek tarihi gerçekliği çarpıtmaktır ve böylece EOKA liderleri de meşrulaştırılıp onoro edilmekte ve göklere çıkarılmaktadırlar. Sorunun kökünde bu vardır...
(George Kumullis’in Rumca’dan İngilizce’ye çevirisini Türkçeleştiren: Sevgül Uludağ/YENİDÜZEN).
*** BİR KİTAP...
Yüzleşmeye çağıran kitap: “Nefret Söylemi ve Linç...”
“Üniversiteye kadar İç Anadolu’da Kırıkkale’den çıkmamış biriydim. Ben insan hakları kavramıyla üniversitede sivil toplum kuruluşlarında tanıştım.
Bu sebeple de birçok şeyle önce kendim yüzleştim sonrasında da bu yüzleşmenin başkalarının da hayatlarında olabileceği üzerine mücadele ettim…”
Ayrımcılık ve nefret söylemleri ile mücadele eden kişi Çağlar Karakış. Sözünü ettiği sivil toplum örgütü de Toplum Gönüllüleri Vakfı (TOG).
TOG, daha çok üniversitelerde örgütlü ve gençlerin bir arada iş yaptığı hak temelli bir sivil toplum örgütü.
TOG’dayken de nefret söylemleri ile mücadele eden Karakış’la o sıralarda tanıştık, “Toplumsal Barışın Açmazı: ‘Nefret Söylemi ve Linç’” isimli kitabı yayınlanınca da söyleşi için uzun yıllar sonra tekrar bir araya geldik. Çağlar Karakış anlatıyor:
*** Bu kitabı hazırlamak nereden aklınıza geldi?
Türk milliyetçisi, dindar, muhafazakâr bir ailede büyüdüm. Nefret söylemi ve linç konusunda oldukça teferruatlı yaklaşılması gerektiğinin ihtiyacının çok net farkındayım.
Bu sebeple de özellikle hayatım boyunca sivil toplumda nefret söyleminin ve linç olaylarının yaşanmaması için projeler ürettim. Ben biliyorum ki pek çok insan nefret söylemi gibi kendilerince “masumane” sözlerin insanların yaşamına sebep olacak bir noktada olduğunu göremiyorlar.
Bu kitabı bu konuyla alakalı olan çalışan insanlardan çok, belki de ilk defa bu kitap vasıtasıyla güldükleri eğlendikleri espri konusu yaptıkları şeylerin hayatın bir noktasında başkasının yaşamını kaybetmesine nasıl sebep olduğunu görmeleri için hazırlamak istedim.
Yani bunun sadece akademik düzeyde bir konunun ortaya konması değil, benim ve benim gibi hayatının belirli bir döneminden sonra başkalarının, ötekilerin ya da farklılıkların olduğunu daha yakından idrak eden insanların bakacakları bir kaynak olmasını istedim.
*** Hangi vakalara odaklandınız? Neden bu vakaları seçtiniz?
Konu seçimi benim için çok önemliydi çünkü resmi ortaya koyabilmek için o konuyla alakalı renkleri bulup seçmek gerekiyordu. Kitapta nefretin mağdur ettiği 5 kişi var, sera işçisi İbrahim Çay, siyasetçi Kemal Kılıçdaroğlu, Akademisyen İbrahim Kaboğlu, Akademisyen Baskın Oran ve Gazeteci Hrant Dink.
Öncelikle iki kişi; bir tanesi dünyanın en korunaksız insanlarından biri Fethiye’de seracılık yapan İbrahim Çay diğeri ise Türkiye’nin belki de dünyanın da en iyi korunan insanlarından birisi olan ana muhalefet partisinin de genel başkan olan Kemal Kılıçdaroğlu’ydu. Bu iki ismi seçmemin sebebi kimliğin yani nefret söylemi ile beraber o düşmanlaştırma, "bu kişi senin düşmanındır" algısının nasıl iki birbirinden çok farklı insanın kaderini ortaklaştırdığını ortaya koymaktı. Bunu ortaya koyarken de duyguları da ortadan kaldırmamaktı.
Yani Kemal Bey'in lince maruz kalması benim için çok üzücüydü ama ailesi için hepimizin canlı yayında izlediği görüntüler nasıl takip edildi? Bazen biz kaçırıyoruz ama izlediğimiz duyduğumuz şeyler çoğu insanın hayatlarının sonuna kadar unutamadıkları hadiselere dönüşüyor. Ben bunu 23,5 Hafıza Merkezini bana ve Ömer Faruk Gergerlioğlu Bey'e gezdirirken çok değerli Rakel Dink’te gördüm. Beni en çok üzen hadiselerdendir sevgili Hrant’ı kaybedişimiz.
Ancak ne olursa olsun hiçbirimiz Rakel Hanım gibi bakamayız. Olay oldu, 19 Ocaklarda yılmadan anıyoruz ama belli ki ailesinin halen yüreğinde ateş sönmüyor. Bunun en büyük sebebi de adaletin yerini bulamaması.
Nasıl Cumartesi Anneleri kemiklerin peşine düşmüş ve başında dua edilecek bir mezarın olmasının önemini anlatıyorsa bu olaylar da kitapta spesifik yer alan bu 5 kişi dışında Maraş’ta, Çorum’da Sivas’ta 6-7 Eylül’de hayatını kaybedenlerin torunlarında da benzer adalet beklentileri var. Bu yaşananları sadece üzücü olarak nitelendirmek olmazdı.
Şunu demeliyiz: “Ben bu linç vakalarında bizzat yoktum doğru, ama unutmamalıyım ki benim sessizliğim de bu insanlara cesaret oldu.” O sebeple hepimiz oranınca bu yaşananlardan mesuliyet hissetmeliyiz. En azından ben, benimle aynı dindar alanda olduğunu iddia edenlerin yaptıkları bu barbarlıkta payımı görüyor ve özür diliyorum.
*** Nefret söylemi konusunda gözlemleriniz neler?
Nefret Söylemi kanser gibidir. Bunu üreten hücreler aile, çevre ve eğitim ile vücudumuzda dolaşıyor. İbrahim Çay’a saldıranlar komşularıydı. Yani belki birbirlerinin düğünlerinde cenazelerinde yan yanaydılar.
Sonra bir anda unutulmaz görüntüler ortaya çıktı. Nefret Söylemi ateşin çıktığı yer. Linç vakalarında olan insanları tarif edenler “karıncayı bile incitmez insandı” diye tarif ediyor.
Bu sebeple kötülüğün maalesef o sıradanlığını unutmamak gerekiyor.
Açıkçası mercimek kadar ders almıyoruz. 6-7 Eylül’den ders çıkarılsa 1978’de Maraş olmazdı. Maraş’tan ders çıkarılsa 1980’de Çorum olmazdı ve sonra Sivas Madımak olmazdı. O kadar ders almadık ki bunlardan bugün hala Cumhurbaşkanı Alevi mi Sünni mi olsun diyoruz. Bu tartışmanın sanki insanları diri diri yakmaya kadar götürdüğünü görmemişiz gibi. Son zamanlarda bu kutuplaşmalar daha da derinleşti.
Unutmayalım bu bela sadece bizim değil en demokratik ülkelerin de belası. Sürekli bu konuda ayık olmak ve nesillerimizi bu konuda farkındalığını artırmak lazım...
(BİANET.ORG – Evrim Kepenek- 4.6.2022)