7 Nisan 2017 Cuma sabahı Ledra Palace barikatından sevgili arkadaşım Hristina Pavlu Solomi Patça’yı almaya gidiyorum, birlikte Karpaz’a, kazıların devam ettiği ve bazı “kayıplar”dan geride kalanların bulunduğu Galatya gölüne gideceğiz…
Bunun için Kayıplar Komitesi Kıbrıslıtürk Üye Yardımcısı Murat Soysal’dan izin istedik ve o da büyük bir incelikle bizim göldeki kazıları gidip görebilmemiz için gerekli izni sağladı… Kendisine hem ben, hem Hristina bu izin nedeniyle çok teşekkür ederiz…
Hristina da ben de Galatya’daki bu kazıya gideceğimiz için çok heyecanlıyız çünkü bu günü yıllardır bekliyoruz: Hristina’nın babası Pavlos Solomi ve erkek kardeşi Solomis Pavlu Solomi 1974 yılından beridir Galatya’dan “kayıp”tır… Kıbrıslırum savaş esirlerini tuttukları Galatya’daki kulüpten başkalarıyla birlikte alınarak – altı kişilik bir gruptu bu ve içlerinde Hristina’nın babası ve kardeşi de vardı – “kayıp” edilen son grupta oldukları hakkında bilgimiz vardı. Geriye kalan Kıbrıslırum savaş esirleri ertesi sabah otobüslerle Girne’ye, oradan da herhalde gemiyle Türkiye’ye gönderilmişlerdi… Yani Galatya’daki kulüpteki savaş esirleri arasında “kayıp” edilen son kişiler, Hristina’nın babası ve kardeşi ve onlarla birlikte olan bu altı kişilik gruptu…
Yolda hiç durmuyoruz, Lefkonuk’ta sevgili arkadaşımız İsmail Kahveci’de bir kahve içmek için bile mola vermiyoruz, bir an önce göle varmak istiyoruz…
Bu göle kaç kez geldik? Kaç kez göl kenarında durup göle baktık? Kaç kez bu gölün içinde dolanıp durduk? Çünkü elimizdeki bilgiler, kulüpten alınan bu altı Kıbrıslırum savaş esirinin göle götürülerek burada infaz edildikleri ve göle gömüldükleri şeklindeydi…
“Göl” dediğimde bu sizi yanıltmasın – eğer oraya gitmemişseniz, Galatya gölü dediğim zaman içinde bol su olan bir yer olarak düşünmeyin burayı… Burası kuru bir gölettir, yalnızca kış aylarında yağmur yağdığında içinde biraz su birikir, hepsi bu…
Kazıların devam ettiği yere yakın bir noktada arabayı durdurup Hristina’yla aşağı iniyoruz…
Bizi şirocu arkadaşımız Mehmet Zorba karşılıyor. Onun “kayıp” dedesinin bulunmasına da yıllar önce yardım etmiştik… Yalusa’ya (Yeni Erenköy) götürdüğümüz bir Kıbrıslırum şahit sayesinde, dedesinden geride kalanlar bulunmuştu… Mehmet Zorba henüz o günlerde Kayıplar Komitesi’nde çalışmıyordu ancak ailesi şiro işi yaptığı için ve kazılarda gönüllü olarak yer almak istedikleri için dönemin Kayıplar Komitesi Kıbrıslıtürk Üye Yardımcısı Ahmet Erdengiz buna onay vermiş ve Mehmet Zorba, dedesinin ve onunla birlikte “kayıp” edilen Abdullah Emirzade’nin arandığı kazılarda şirocu olarak görev yapmıştı… Dedesinden geride kalanları bulmak ona nasip olmuştu… Çok dokunaklı bir şeydi bu: Dedesi için kazı yapan bir torun ve iyi bir sonuca ulaşan, dedesinden geride kalanları bulan bir torun…
Mehmet Zorba, “Bütün bu gölde sıra sıra trenç yapıyorduk ve onları hiç bulamıyorduk” diyor Galatya gölünü işaret ederek… “Ama nihayet onları bulduk!”
Oraya Sayın Murat Soysal’ın izniyle geldiğimizi söylüyoruz Zorba’ya ve o da “Evet, bilirim” diyor.
Kazı yapılan yere doğru yürüyoruz – arkeologlarımız, yüzeyden üç metre kadar aşağıda bir yerde kazıyorlar, üstlerine bir şemsiye açılmış… Ekip lideri arkeolog Arzu Deniz bizi karşılıyor… Ona da Murat Soysal’dan izin alarak buraya geldiğimizi söylüyoruz, “Biliyorum, aşağıya gelin” diye sesleniyor bize, toplu mezardan…
11 yıl kadar önce Galatya gölünde kazılan ilk toplu mezarın yanında bulunuyor bu ikinci toplu mezar, tıpkı yıllar önce bir okurumuzun – şahidimizin – anlatmış olduğu gibi… Şahidimiz, birinci toplu mezarın yanında ikinci bir toplu mezar olduğunu, bu toplu mezar henüz yeni örtülmüşken üstünden traktörüyle geçtiğini, çok korkunç bir koku ve çok sinek olduğunu anlatıyordu yıllardır… Henüz ilk toplu mezar kazısı yapılırken bunu orada kazıda bulunanlara da anlatmıştı ancak o günlerde “kayıplar” konusu çok büyük bir tabuydu, köyde çok büyük bir gerginlik vardı ve ilk toplu mezar kazısı tamamlanır tamamlanmaz, kazıyı yapanlar derhal köyden ayrılmıştı… Okurumuz bundan sonra geçecek 11 yıl boyunca ısrarla ve inatla mücadelesini ve çalışmalarını sürdürecek ve sürekli bize aynı şeyi anlatacaktı: “Burada ikinci bir toplu mezar var, ben üstünden geçtim traktörümle” diyecekti… Bizimle ve Kayıplar Komitesi’yle bu bilgiyi paylaşamaya devam edecek ve 2008’den başlayarak 2010 yılında da pek çok kez buraya gelecektik, anlattıklarını yazacaktık – o da bütün bu yıllar boyunca konuşmayı reddeden başka şahitleri konuşmaları ve gidip Kayıplar Komitesi’ne bu yeri göstermeleri için çabalarını hiç kesintisiz sürdürecekti… Üç farklı şahidi ikna ederek onları buraya gönderecekti – maksadı bu ikinci toplu mezarın bulunmasıydı… Bu şahitlerden ikisi bu yeri çok iyi biliyordu, üçüncüsü ise ondan duyduklarını aktarmaya çalışacaktı… Kayıplar Komitesi’nin araştırmacıları da aynı şekilde yoğun biçimde çalışacak ve en nihayet bu şahitler bu yeri göstermeye ikna olacaklardı… Bu, özellikle burada gömülü olan şahısların yakınları için o kadar iyi bir sonuç ki, sözcüklerle anlatmak mümkün değil… Bu sonuca ulaşılmış olması, onlar için çok büyük bir rahatlama anlamına gelecek… İşte bu yüzden hem ben, hem Hristina bu konuda yardım etmiş olan herkese, özellikle tüm bu yıllar boyunca bize yardımcı olmuş şahidimize ve ailesine çok müteşekkiriz, hem ona, hem de bu sonuca ulaşmayı başaran Kayıplar Komitesi’ne yürekten teşekkür ediyoruz…
Zorba’nın yardımıyla toplu mezara iniyorum, önümde de Hristina var…
Ancak bu şoka hazır değiliz çünkü bu gerçekten bir şok: Tam da şahidimizin tarif ettiği gibi burası… Şahidimiz yıllardır bize sürekli olarak “Bir oda boyu derinlikte kazmaları lazım, aksi halde o toplu mezarı bulamazlar” diyordu… Kazılmış olan çukurun içindeyiz ve tam ortada 1974’te öldürüldükten sonra buraya atılmış olan insanlardan geride kalanlar bulunuyor…
Şoke oluyoruz çünkü Hristina’yla birlikte tüm bu yıllar boyunca şahidimizin tam olarak gerçeği söylemiş olduğunu çok net biçimde görebiliyoruz: “Derin kazmalıdırlar” diyordu, “sadece trençlerlerse bulamazlar…” Onunla her buluştuğumuzda Hristina’ya da, bana da “Çok derin kazmaları lazım, derin kazmazlarsa bulamayacaklar!” diye hayıflanarak söyleniyordu…
“Ne kadar derin kazmaları gerekir?” diye soruyorduk şahidimize…
“Bir oda boyu kadar derinlikte” diyordu o zaman…
Yer yüzeyinden yaklaşık üç metre kadar aşağıda durmak, hem beni, hem de Hristina’yı şoke ediyor: Şahidimiz demek ki bunun için ne kadar derin kazmaları gerektiğinde ısrar ediyordu, bunu kavrıyoruz… Ve bu da, şahidimizin bunca yıldır haklı olduğunun nihai kanıtı… Evet, şahidimizin doğru söylediğini biliyorduk ancak bunca yıl sonra söylediklerinin somut kanıtını bizzat kendi gözlerimizle görmek, gerçekten şoke edici!
Mezardaki “kayıp şahıslar”dan geride kalanlar, oraya atıldıkları şekliyle sanki donup kalmışlar… En üstte genç bir erkeğin sırtı görülebiliyor, yüzü sanki omzunun üstünden geriye doğru dönmüş, bir şey söylemek istermiş gibi… Sanki son bir şey söylemek ister gibi ya da dünyaya son bir kez bakmak ister gibi, geride bıraktığı hayata son bir kez bakar gibi, yaşamasına izin verilmeyen hayata bakar gibi sanki… Zaman içerisinde donmuş sanki, sırtındaki tişört naylon içerdiği için olduğu gibi duruyor… Onun altında başka “kayıplar”dan geride kalanlar var… Bazı kafataslarını da görebiliyoruz, toprak buri olduğu için ve burası bir göl olup zaman zaman su içinde kaldıkları için bazı kalıntılara toprak kendi rengini vermiş, onları koyulaştırmış… Genç erkeğin tam aksi yönünde bacakları havada, buraya atıldığı şekliyle donup kalmış bir başka “kayıp”tan geride kalanlar var… Cansız bedenlerden bu geride kalanlar tıpkı savaşın korkunç yüzünü yansıtan bir heykel gibi öylece donup kalmış… Ayaklarından birinde ayakkabısının tabanını görebiliyoruz…
Bu sanki de ölümle terörize edilmiş ve zaman içinde ölümün şiddetiyle donup kalmış bir insan yığını gibi duruyor…
Şoke olmuş vaziyette, “Salvador Dali’nin bir resmi gibi!” diyorum…
DEVAM EDECEK