Galatya’ya daha kaç defa gidip geleceğiz? Daha kaç defa Galatya’daki göletin sakladığı sırları çözmeye çalışacağız?
Sabahleyin erkenden sevgili arkadaşım, “kayıp” yakını Komikebirli Hristina’yla birlikte yola koyuluyoruz... Hristina’nın 1974’te Galatya’da savaş esiri olarak tutulan babası ve erkek kardeşi “kayıp”... Kayıplar Komitesi’nin bölgede yaptığı kazılarda, gölden 11, Galatya dışında da 7 “kayıp” Kıbrıslırum bulunmuştu sanırım... Oysa Galatya’dan (Mehmetçik) “kayıp” edilen insan sayısının 60-65 civarında olduğu sanılıyor... Bu yüzden sürekli bu yolları aşıp Karpaz bölgesinde araştırma yapmaya geliyoruz...
Bugün, 1974’te henüz 11 yaşlarında olan bir Kıbrıslıtürk şahitle buluşacağız... O günlerde Galatya göletinde bir gömüye tanık olmuş, bizi oraya götürüp bu yeri gösterecek...
Bildiği, duyduğu, öğrendiği başka olası gömü yerleriyle ilgili bilgileri de bizimle paylaşacak...
Onunla buluşuyoruz... Birlikte Galatya göletine gidiyoruz...
İlk durağımız yol kenarına ekilmiş sıra sıra badem ağaçları... Badem ağaçlarının hemen yanıbaşına bağ ekilmiş... Az ileride bulunan biri yeşil, biri sararmış “agagia”ların ilerisine işaret ediyor.
“Burası aslında gölün dışıdır, gölün üst başı sayılır” diyor.
Buradaki “agagialar”ın az ilerisinde yaklaşık iki dönümlük bir tarlaya 1974 sonrası bağ ekilmiş... Bağ ekimi için kazılırken kemikler çıkıyormuş... Buraya bazı “kayıplar”ın gömüldüğü söylentisi yaygınmış...
Bize gösterdiği bölge, kazı yapılmamış olan bir bölge...
Hristina ağlamaya başlıyor – toparlanması birkaç dakika alıyor... Kolay değil, bir “kayıp” yakını olarak sevgili babacığının ve kardeşçiğinin izlerini sürmeye çalışmak... Hristina, olağanüstü insanlarımızdan biri: yalnızca kendi “kayıpları”nı değil, hem Kıbrıslıtürk, hem de Kıbrıslırum, tüm diğer “kayıplar”ın bulunması için elinden gelen tüm yardımları yapmaya çalışıyor...
Olduğumuz yerden ayrılıyoruz ve göletin öteki yanına gidiyoruz... Bir toprak yolcuktan, gölün içlerine doğru yolalıyoruz... Etraf çamur içinde...
“Burası gölün içidir” diye anlatıyor şahit... “Biz bu toprak yolcuğu kullanırdık... Bu toprak yol, yaz aylarında dümdüz gölün karşı kıyısındaki anayola kadar gider” diyor.
1974’te işte bu toprak yolun yakınlarında, bir şironun gölün içini kazarak gömü yaptığına kendi gözleriyle tanık olmuş...
“Bu yolun kenarına insanlar inşaat artıklarını dökerdi zaman zaman” diye anlatıyor... “Bu yüzden toprak yığıncıkları vardı hep etrafta... Dur sana göstereyim” diyor ve ilerliyor. Az sonra aradığı toprak yığıncıklarından birisini buluyor...
Buradan ayrılıp Galatya-Eftagomi (Büyükkonuk) yoluna gidiyoruz. Bana “borica”yı göstermesini istiyorum... Kayıplar Komitesi yetkilileriyle buraya aylar önce geldiğimiz zaman eski bir araştırma görevlisi bize bir “borica” göstermişti – “Borica”, vahşi şekilde büyüyen bir harnup ağacıydı... Sözkonusu araştırma görevlisinin gösterdiği “borica”, Galatya çıkışındaki çöp alanıyla paralel bir alandaydı...
Oysa Kıbrıslıtürk şahit, sözü edilen “borica”nın bu olmadığını, yolun tam karşısındaki çukurluk alandaki “borica” olduğunu anlatıyor.
Şahidimize göre, bu alan üç “kayıp” Eftagomili Kıbrıslırum gömülmüşmüş...
“Boricanın arkasındaki boş alanda kemikler görüldüydü bir zaman... Buraya gömülmüşler” diye anlatıyor.
Bu Kıbrıslıtürk şahide teşekkür ederek Galatya’dan ayrılıyoruz... En kısa sürede Kayıplar Komitesi’nin Kıbrıslıtürk ve Kıbrıslırum yetkililerini bu üç yeni olası gömü yerini göstermek üzere buraya getirmek için onları aramalıyım...
Galatya’dan tam ayrılmaya hazırlanırken çok şiddetli bir yağmur başlıyor, gök gürlüyor, şimşekler çakıyor ve sular seller gibi akıyor... Arabanın sileceği, yağmur sularını temizlemekte zorlanıyor...
“Hristina, napacayık şimdi?”
“Boşver, burası yüksektir, biraz alçağa inince geçip gidecek...”
Dediği gibi oluyor... Boğaz’da yağış hafifliyor, İskele’de duruluyor ve nihayet İpsillat’a geldiğimizde tek bir damla bile yağmur olmadığını görüyoruz...
Dönüş yolunda Hristina’yla çocuklarımızdan, yaptığım röportajlardan konuşuyoruz... Hristina’ya Stavrokonnolu Meryem İmam’ın bana anlattığı dedesi Salih Bobi’nin hikayesini anlatıyorum, Meryem hanımın altı aylık hamile haliyle eşeğe binip mandraya giderken eşeğin zil sesinden huylanıp onu ve evlatçıklarını üstünden atışını, Meryem hanımın annesi İsmet hanımın, kocasının kendisine saklamak üzere verdiği paraları bulgur dolu bir küpe koyup sıçanlara nasıl yedirdiğini anlatıyorum ve nihayet Hristina gülmeye başlıyor... Aksi halde tüm yol boyu hüzünlenecek...
“Seni mutlaka Kondea’ya götürüp Meryem hanımla tanıştıracağım” diyorum Hristina’ya...
Lefkoşa’ya dönüşümüzde canyoldaşımın hazırladığı harika Karadeniz çaylarımızı içiyoruz... Sonra Hristina’yı barikata bırakıp işe geliyorum – gökyüzünde yuvarlak bir ay bana gülümsüyor bulutların arasından...
Harika bir gün geçirdik: Beni arayan şahitle buluştuk, üç yeni olası gömü yeri bulduk, Hristina’yla sohbet edip hasret giderdik... O daha taa Leymosun’a gidecek, oysa işte ben burada, gazetede, işimin başındayım... Bu gece onu arayıp “kayıplar”ı aradığımız bu yolculukta bana eşlik ettiği için teşekkür edeceğim...