Toplumlar, canlı birer organizmadır. Toplumların tıpkı bireyler gibi belleği, bilinci, öncelikleri, korkuları vardır. Kimi toplumlar, aydınlanma çağının bıraktığı entelektüel mirası yaşatıp aklı ve düşünsel pırıltıyı merkeze koymaya devam eder, kimi toplumlarsa geleneksel doktrin ve dogmaların yarattığı tahribattan bihaber, günlük histeri krizleri ile bezenir. Kimi toplumlar, yaşadıkları karanlık dönemden ders çıkarıp daha güvenli, adil, özgürlükçü bir gelecek örerler, kimi toplumlar ise hapsoldukları Ortaçağ karanlığının yarattığı yıkım ile daha da felç olup, mental kölelik içerisinde ‘özne’ olamazlar.
Avrupa toplumları, yüzyıllar önce, otorite ve meşruiyettin birincil kaynağını usun yani aklın merkeze alındığı fikirlerin oluşturduğu AYDINLANMA ile bugün özgürlükçü demokrasinin en temel yapı taşları olan hürriyet, birlik, ortak iyi, dinsel, etnik ve düşünsel tolerans ile bezenmiştir. Fransız düşünür Montesquieu, 1748 yılında yayımladığı Kanunların Ruhu Üzerine isimli eserinde, kuvvetler ayrılığı ilkesi ile devlet organları olan yasama, yürütme ve yargıyı birbirinden ayırarak her birine ayrı bir etki ve sorumluluk alanı biçmiştir. Daha önceki makalelerimde belirttiğim gibi bahse konu fikirlerin ışığında Aydınlanma ile birlikte monarşilerin ve kilisenin yani teokratik gücün etkisi azalmış; sadece 18. Yüzyıl’daki değil, ilerleyen yüzyıllardaki politik devrimlerin tohumları atılmıştır. Aydınlanma ile yaşamı, insanı, aklı öne çıkaran düşünceler ve idealler ilerleyen çağlarda geleneksel doktrin ve dogmalara topyekûn karşı çıkılmasını beraberinde getirmesine rağmen yakın coğrafyamız çok tartışılan bir referandum ile parlamenter demokrasi yerine “tek adam” devrine geçmiş, bir toplumun geleceğini tek bir kişinin tercihlerine endekslemiştir. “Tek dil, tek din, tek millet, tek mezhep” şeklinde diskur geliştiren mevcut anlayışa karşı refleks geliştiren demokratik kitle örgütleri ise çok tartışılan referandumdan ise herşeye rağmen GALİP çıkmıştır.
Özellikle, “tek adam”a karşı HAYIR’ın önde çıktığı ve sanayileşme anlamında Türkiye’nin en önemli şehirleri sayılan İstanbul, Ankara ve İzmir’i iyi okumak gerekiyor. Uluslararası kapitalist ilişkilerin hüküm sürdüğü, uluslararası sermaye, üretim ve tüketim ilişkilerinin merkezi durumundaki bu şehirlerde çok büyük bir kitle HAYIR demiştir. Bu bölgelerde HAYIR diyen kitlenin ekonomik, sosyal ve kültürel durumunu düşündüğümüzde, ilerleyen dönemlerde iktidarın ortaya koyacağı yaşamsal pratikler ile kendi pratiği birebir çelişen ve Neo-liberal pazara angaje olmuş bu sınıfın arasındaki bölünmenin derinleşeceğini öngörebiliriz. Bunun yanı sıra AKP’nin 2002’de iktidara gelmesinin ardından geçen 15 yıllık süre zarfında uyguladığı neo-liberal politikaların yarattığı yeni orta sınıf içerisindeki bireylerin dünya koşulları ile etkileşim halinde olduğunu, uluslararası piyasa ilişkilerinin yarattığı sosyal ve kültürel dönüşümden nasibini aldığını görebiliriz. Özetle bu AKP’nin neo-liberal politikalarının yarattığı yeni orta/orta-üst sınıf içerisindeki genç neslin kültürel ve sosyal bir evrim geçirdiğini ve tek adama karşı bir tavır içerisinde olduğunu görmek çok da yanlış olmaz
Öte yandan, BİRGÜN’de 17 Nisan tarihinde Meltem Yılmaz imzası ile yayınlanan röportajda, Sosyoloji Profesörü olan Sencer Ayata’nın yaşanan referandum süreci ile ilgili altını çizdiği noktalardan bahsetmek gerekiyor. Söyleşide, bugüne kadar siyasal çizgisini hep mağduriyet üzerinden tasarlayan AKP’nin ilk defa bu referandumda tam bir kibir gösterisiyle çıktığını belirten Sencer Hoca, bu durumun, AKP için de, seçmeni için de yeni bir aşama olduğuna dikkat çeker. “Bu seçim, mağdur olduğunu iddia eden AKP ile kendisinin yarattığı mağdurlar arasındaki bir mücadeleye döndü. AKP mağdurları iktidar baskısından zarar gören tüm kuruluşları, toplum kesimlerini ve bireyleri kapsıyor. Esas çarpıcı olan, kendisini hep mağdur göstermeye çalışan iktidarın seçmenin karşısına tam bir kibir gösterisiyle çıkmasıydı. Yalnızca bir güç, azamet değil aynı zamanda bir lüks, şatafat, debdebe gösterişi. Koruma orduları; oymalı koltuklar, yaldızlı saraylarda yapılan söyleşiler…” şeklinde konuşan Ayata, AKP tarafından tevazünün unutulduğunu, gücün ve lüksün artık olağan karşılandığının altını çizer. Referandumda HAYIR cephesini bir arada tutan harcın önemine de dikkat çeken Prof. Ayata, HAYIR kampanyasının Türk milliyetçisi, Kürt milliyetçisi, laik, sol seçmen, muhafazakâr gibi çok farklı siyasi kesimleri bir araya getirdiğini belirtir. Farklı siyasal ve kültürel kimliğe sahip bu kitleyi bir arada tutan en önemli harcı “cumhuriyet ve demokrasi” olarak tanımlayan Ayata, her bir kesimin, kendi içinde, varoluş alanın, yaşam alanının iktidar tarafından gün geçtikçe nasıl daraltıldığını gördüğünü, bu nedenle bahse konu kimliklerin her birinin ve hepsinin “özgürlük” istediğini anımsatır… Yaşanan referandumun, Türkiye’de demokratik sivil toplumun gelişmesi doğrultusunda atılmış belki de en büyük adım olduğu da söyleyen Ayata, ortaya konan HAYIR refleksinin yeni bir muhalefet algısı ve pratiğinin habercisi olduğunun da göstergesi olduğunu belirtir.
Evet, daha önceki bir makalemde belirttiğim gibi; bir ‘haysiyet ayaklanması’ olarak tanımlanan Gezi Direnişi; AKP’nin tek din, tek mezhep, tek etnik kimlik üzerinden şekillendirdiği muhafazakâr politikalarının en derinden sarsıldığı olaylar olarak kabul edilmektedir. Apolitik odakların dahi politik bir hareket içerisinde kendini bulduğu, tepeden değil tabandan olgunlaşan, birlikte hareket edeceği asla tahayyül edilemeyen kültürel/siyasi odakların, ortak gaile için bir araya gelerek birçok basmakalıbın yıkıldığı Gezi Parkı protestoları, dili, özü ve biçimi bakımından T.C siyasal yaşamında bir mihenk taşıdır. Yazar Mustafa Akyol’un belirttiği gibi iktidara karşı kümülatif bir reaksiyon olan Gezi’nin ardından, referandumda HAYIR cephesinin diskuru, örgütlenme biçimi, yaratıcılığı, dayanışma alanları; Türkiye demokrasisinin geleceği için bir işaret fişeği yakmıştır. Sencer Hoca’nın da altını çizdiği gibi; muhalefet denince artık akla 21. Yüzyıl olanaklarının beraberinde getirdiği yeni dayanışma eylemleri, yeni örgütlenme biçimleri ve refleksler geliyor. Yaşanan deneyim, velev ki siyasi partiler ile demokratik kitle örgütleri arasındaki köprüleri güçlendirirse, demokratik ve özgür bir Türkiye ile ilgili beslenilen umut daha da yeşerecektir.
Tarih bugüne kadar hep tekerrürden ibaret olmuştur. Ortaçağ karanlığı Rönesans'a, Protestanlığın ortaya çıkmasına neden oldu. Monarşi ve baskı; özgürleşmeyi, eşitliği, Fransız Devrimi'ni getirdi. 1.Dünya Savaşı, 2. Dünya Savaşı'na şahit olan bir kuşağın evlatları-torunları Vietnam Savaşı'nı da görünce 68 kuşağını oluşturdu. Özgürlük şiarını yaşam rehberi yaptı. Şimdi yine karanlık bir dönem; Türkiye'de yaşananlar, Trump, yükselen yabancı düşmanlığı, kapitalizmin yarattığı tahribat... Tüm bunlar ile yüzleştiğimizde yeni nesiller çok daha iyi bir hayatı yaşayacak…