Kıbrıs Türk toplumunda solcu olsun sağcı olsun, ister federal devlet fikrini benimsesin veya karşı çıksın, büyük bir çoğunluğun Türkiye’nin garantörlüğünün devam etmesinden yana olduğu biliniyor. Bir kısmı, garantiler “ilelebet” devam etsin diyor, bir kısmı da, belli bir süre devam etsin, sonra gözden geçirilsin diyor.
Garanti Antlaşması’nın çözümle birlikte sona ermesini savunanların sayısı azdır.
“İlelebetçilere” söyleyecek bir sözüm yok! Onlara kalırsa, “Kıbrıs Türk’tür, Türk Kalmalıdır”. Hepsi olmuyorsa yarısı “Türk Olmalıdır...”
Kıbrıs’ta federal bir devletin kurulmasını düşünmek bile istemeyenlerle garantörlük konusunu konuşmak anlamsızdır.
Fakat federal devlet fikrine inanan ama Garantörlük Antlaşması’nın bir süreliğine mutandis mutandis devam etmesini, yani günümüzün koşullarına uyarlanarak aynen kalmasını savunanların görüşleri üzerinde durmakta yarar vardır.
Temel argüman şudur: “Efendim, hele bir anlaşma yürürlüğe girsin, bir süre uygulansın, bir Kıbrıslı Türk cumhurbaşkanlığı koltuğuna otursun, bakalım Kıbrıslı Rumlar bunu benimseyecekler mi? İçlerine sindirecekler mi? Yoksa, 1960’larda olduğu gibi, anlaşmayı bozmaya mı çalışacaklar? Bir görelim... İki toplum arasında yavaş yavaş güven oluştukça, Garanti Antlaşması da gözden geçirilsin.”
Bu görüş kulağa gerçekçi ve hoş geliyor olabilir. Dayandırıldığı tarihsel deneyim ilk bakışta yeteri kadar açıklayıcı ve aklamacı olabilir. Çünkü 1960’lı yıllarda, Zürih-Londra Antlaşmalarına dayalı düzeni Kıbrıs Rum liderliğinin bozmaya kalkıştığı bir vakıadır. Benzer bir şeyi şimdi yapmayacaklarını kim garanti edebilir türünden sorular meşru sayılabilir.
Gelgelelim mantıklıymış gibi görünen bu argümanın içeriğine daha yakından baktığımızda, aslında şunun söylendiğini anlıyoruz: “Kıbrıslı Rumlar henüz yeteri kadar olgunlaşmadılar, federal devlet fikrini henüz benimsemiş değiller, bu yüzden onları bir biçimde vesayet rejimi altında tutmalıyız. Vasi Türkiye, gün gele, Kıbrıslı Rumların olgunlaşıp olgunlaşmadığına bakacak ve vesayet rejimine son verip vermeyeceğine karar verecek!”
Doğrusu, bu bana Kemalist Vesayet Rejimini hatırlatıyor. Kemalist elitler, Türkiye halkının “olgun” olmadığını ileri sürüp yıllarca milli iradeyi vesayet altında tutmadılar mı? Özellikle dindarların, solcuların ve Kürtlerin iradelerine yasaklar ve sınırlamalar koymadılar mı?
Kendi kendini “vasi” ilan eden otoriter elitlerin bu yaklaşımı sayesinde Türkiye’de demokrasi ve hukuk devleti kuralları çiğnenmedi mi?
Kendi kendini “vasi” ilan etmek ve bunda ısrar etmek, her şeyden önce demokrasiyle bağdaşmaz. Çünkü bu yaklaşım, güce dayalı paternalist bir yaklaşımdır ve yurttaşların iradesini hiçe saymaktadır.
Bu, bir tür “olağanüstü hal dayatmaktır” ki, Carl Schmitt’in dediği gibi, olağanüstü hale egemen olan karar verir.
Türkiye’yi iki toplumun Kıbrıs’ta kuracağı federal devlete vasi olarak atamak, onu cezalandırıcı/mükâfatlandırıcı bir baba olarak görmek demektir. Yani, çocuklar akıllı olursa garantörlüğün gözden geçirilebileceği, yani mükafatlandırılacakları, akıllı değillerse cezalandırabilecekleri söyleniyor...
Peki, iki toplum arasında güven tesisi cezalandırıcı bir babanın vesayeti altında mı gerçekleşecek? Yani, Kıbrıslı Rumlar Türkiye korkusu yüzünden mi Kıbrıslı Türklerin eşitlik haklarına saygı duyacaklar?
Güven denilen erdem, iki toplumun karşılıklı etkileşim ve ilişiklerinden kaynaklanırsa bir anlam taşır. Korkuya ve cezalandırmaya dayalı bir güven anlayışı, güven kavramı ile tezat oluşturuyor.
Kıbrıslı Rumların 1960’lı yılların başında anlaşmaları çiğnedikleri tezine gelince.
Bu doğru olmakla beraber, seçici bir hafızadan fırlayan aldatıcı bir argümandır. Çünkü Kıbrıslı Rumların anlaşmaları çiğnediği ileri sürülürken, Türkiye’nin Garantörlük Antlaşması’nı tepe takla çiğnediği ve bunun da Kıbrıslı Rumların büyük bir mağduriyet yaşamasıyla sonuçlandığı görmezlikten geliniyor.
Garantörcüler bu dramatik gerçeğe dair bir şey söylemedikleri gibi, Garantörlük Antlaşması’nın çözümden sonra da bir süre için devam etmesini istiyorlar.
Aslında Kıbrıslı Türk Garantörcüler Türkiye’nin gerisindedirler. Çünkü Türkiye’nin kuvvet politikasına “akıl”, “ahlak”, “hakkaniyet duygusu” katmak istiyorlar. Seçici “tarih bilgileriyle” bu politikaya meşruiyet kazandırmaya çalışıyorlar.
Fakat kim ne derse desin, kim hangi dereden ne kadar su getirirse getirsin, tek yanlı müdahale hakkını içeren Garantörlük Antlaşması’nın devam edemeyeceğinin şaşmaz bir Göstereni vardır: Temmuz! Acı içinde feryat eden Temmuz...
Nitekim Eide, 22 Temmuz günü Kıbrıs Haber Ajansına verdiği mülakatta Garanti Antlaşması’nın çözümle birlikte ortadan kaldırılmasının şart olduğunu BM’nin benimsediğini ve bunda ısrar etmenin çözümü torpillemek anlamına geldiğini açıkça ifade etti. Eide, ayrıca, Cras Montana’da Türkiye’nin Garanti Antlaşması’nın sona ermesini kabul ettiğini de ima etmektedir ki, bu son derece önemli bir gelişmedir.
Bitirirken, son günlerde Türkçe ve Yunanca olarak sık sık söylediğim bir şeyi tekrar edeyim: Türkiye’yi çözüm resminin bir yerine koymadan çözüm olmaz!
Mesele, Türkiye’yi kabul edilebilir bir yere koymaktır, çözümü engelleyen bir yere değil!