Niyazi Kızılyürek
niyazi@ucy.ac.cy
Friederich Nietzche 1887 yılında yayınladığı “Genealogy of Morals” (Zur Genealogie der Moral) adlı çalışmasında Hıristiyan ahlakını “köle ahlakı”, yani “aşağı” ve “küçük insanların” ahlakı olarak yerden yere vururken, Fransızca ressentiment kavramına başvuruyor. Ressentiment, Türkçeye “hınç” olarak çevrilse de hınç sözcüğünden çok daha derin anlamlarda kullanılıyor. Kıskançlık, garaz, güçlü kişileri ve değerleri değersizleştirme olarak adlandırılan ressentiment, Nietzche’nin “üst-insanının” en büyük düşmanıdır. Çünkü ressentiment insanı “köle ahlakı” taşıyan insandır.
Soylu insanlar, bunu “üst-insan” olarak da okuyabiliriz, açık, dürüst, şeffaf, kendine güvenen ve biraz da naif iken, ressentiment insanı dürüst ve açık değil, karanlık tenha yerleri, gizli yolları, arka kapıları, kısacası gizli-saklı şeyleri seviyor. Naif olmadığı gibi, son derece kurnaz ve akıllıdır da… Kendi güvenliği, çıkarları, kısacası hayat-ı idame etmesi her şeyin üstündedir. Yerine göre, sessiz kalmayı, beklemeyi ve unutmayı biliyor. Ressentiment insanı genellikle soylu insandan daha akıllı oluyor. Hatta, onun için akıllı olmak, varlığının en önemli koşuludur. Soylu insan için ise şuuraltı içgüdüler akıllı olmasından daha önemlidir. Soylu, tedbirsiz ve dikkatsizdir. Ressentiment insanı ise tedbirli ve hesaplı. Yani, akıllı… Soylu, ne tehlikeden korkar, ne müteşekkir olur, ne de intikam almak ister. Küçük ve güçsüz insanlarda ise kıskançlık ve intikam hırsı normdur. Güçlü kişi, düşmanını, hatalarını ve yanlışlarını uzun boylu ciddiye almaz. Ona yapılan kötülükleri unuttuğu için kimseyi affetmek durumunda kalmadığı gibi, intikam hırsı içinde de kıvranmaz. Hatta, düşmanını sevebilir de… Ressentiment insanı ise kendini “kötü öteki” üzerinden tanımlar. Böyle biri yoksa, onu yaratır, çünkü ancak o zaman kendinin “iyi ve değerli biri” olduğuna inanır. Nietzche’ye göre, tepkisellik ve resentiment modern dünyanın “kültür enstrümanları” haline geldiği için –ki bunu Hıristiyanlık yapıyor- modern insan “evcil hayvana” dönüştürülmüştür. Avrupalı olsun olmasın, bütün insanlığı gerilemeye iten işte bu “kültür enstrümanlarıdır.” Kısacası, Nietzche Hıristiyan ahlakının güçsüz, korkak ve kurnaz insanların ahlakı olduğunu, bundan kurtulmak için “üst-insan” olmak gerektiğini ileri sürüyor. Nietzche’nin tahayyülündeki “üst-insan” yine onun tahayyülündeki eskinin aristokratlarıdır aslında. Güçlü, yükseklere bakan, yüksek-düşünceli, yüksek değerleri önemseyen, eylemlerini ve kendilerini iyi ve güzel bulan “yüce” kimselerdir. Kendiliğinden ve doğal olarak güçlü yaratıklardır. İrade sahibidirler. Özgürce eylemlerde bulunan enerjik, yaratıcı ve mutlu kimselerdir. Hatta, mutluluğu eylem olarak kavrarlar. Yapay bir mutluluk uydurmalarına veya mutlu olduklarına dair kendi kendilerine yalan söylemeye ihtiyaç duymazlar. Hiç bir kurala veya zorunluluğa boyun eğmezler. Dış etmenlere göre hayatlarına yön vermezler. Nietzsche için bu “yüksek bir değer” olduğu için her türlü uzlaşmaya hazır olan “köle ruhlu” insanlara karşı mutlaka korunmalıdır. Nietzsche’nin “üst-insanının” en büyük düşmanı ressentiment insanıdır.
Max Scheler, 1912 yılında yayınladığı Ressentiment adlı kitapta Nietzche’ye karşı eleştiri getirirken, bir yandan da ressentiment kavramını daha da derinleştirerek incelemeye alıyor. Kavramı, Nietzsche’den daha ileriye götürüyor. Scheler için ressentiment Hıristiyan dininin ürettiği “köle ahlakı” ile ilgili değil, modern zamanların siyaseten ve formel düzeyde eşit saydığı ama toplumsal eşitsizliklere mahkum ettiği insanların adeta kaçınılmaz duygu dünyasıdır. Kendilerini ötekilerine eşit sayan ve onlarla kıyaslayan insanlar, gerçekte eşit olmadıklarını anlayınca, kin, öfke, garaz ve ressentiment duygusuna kapılırlar. Layık olmadıkları bir konuma itildiklerini, yani “tıkanıp engellendiklerini” düşündüklerinden sahip olmak istedikleri değerlere sahip olanlara karşı ressentiment duygusuna kapılırlar ve o kişilerle birlikte o değerleri de değersizleştirmeye koyulurlar. Bu yüzden Max Scheler ressentiment’ı “küçümseyici/değersizleştirici garaz” olarak tanımlıyor. Kızgınlık, garaz, intikam isteği ve haset gibi duyguların varlığı ille de ressentiment olarak değerlendirilemez. Hatta, kendi başına değersizleştirme, kötüleme ve haset de ressentiment sayılmaz. Ressentiment duygusunun oluşması için bu duyguları ifade edemeyecek kadar iktidarsızlık, acizlik ve tıkanma halinin ortaya çıkması gerekiyor. Siyasi eşitlik ile toplumsal eşitsizliğin, maddi varlıkla siyasal güçsüzlüğün hüküm sürdüğü ortamlarda ressentiment duygusunun kabarması kaçınılmaz oluyor. Aynı şekilde, beklenti ve hırsların imkanlardan daha ileride olduğu durumlarda da ressentient duygusu güçlenir.
Buraya kadar yazdıklarımızdan “değersizleştirici garazın” modern zamanların kaçınılmaz bir özelliği olduğu sonucunu çıkarabiliriz. Fakat Kıbrıs Türk toplumuna baktığımız zaman, bu genel ve evrensel durumun ötesinde kendine özgü nedenlerle ressentiment üretildiğini söyleyebiliriz. Bunları “Kıbrıs Türk Toplumunun Sosyolojik yapısı” ve “Kıbrıs Sorununun Yarattığı Durum” diyerek iki ayrı başlık altında ele alabiliriz. Burada derinlemesine bir inceleme yapmaktan çok, konuya değinmekle yetineceğiz.
Kıbrıslı Türkleri “toplum” kavramından çok “cemaat” kavramı ile tanımlayabiliriz. Ve her cemaat gibi görünüşte Kıbrıslı Türkler de “eşitlikçi” bir cemaat oluşturuyorlar. Cemaatin algısında herkes aynıdır ve aynı değere sahiptir. Herkes kendini her (yüksek) yere ve her (yüksek) mevkie layık görüyor. Ayrıca, herkes kendini herkesle kıyaslama hakkına sahip olduğunu düşünüyor. Fakat imkanların kıtlığından ve var olan eşitsizliklerden ötürü gerçek hayatta herkes bir biçimde “tıkanmış” ve “engellenmiştir”. Hiç kimse olması gerektiği yerde olduğunu düşünmez. İşte ressentiment veya “küçümseyici garaz” bu noktada başlıyor. “O kim ki…” diye kurulan cümlelerle herkes herkesi aşağıya çekmek istiyor ve “o da bir şey mi” diyerek bütün değerler değersizleştiriliyor. Kısacası, kedinin uzanamadığı ciğere “mundar” denilmesi gibi bir durum hasıl oluyor. Bu değersizleştirmenin bir sonucunda “hiç kimsenin kendi köyünde peygamber olmadığı, olamayacağı” bir durum ortaya çıkıyor. Kıbrıs Türk toplumunda çok eskilere uzanan bu durum, bir zamanlar “Kıbrıs Hastalığı” olarak adlandırılıyordu. Birbirini çekememek, garaz üretmek olarak tanımlanan “Kıbrıs Hastalığı” aslında günümüze kadar devam eden sosyolojik bir olgudur. Farklılaşmaya tahammülü olmayan, farklılaşmayı sorun olarak gören bütün cemaat mensuplarında “birbirine benzemek” ve “aynı” ve de “aynı değerde” olma saplantısı garaza yol açıyor. Kendini gerçekleştirme açısından imkanların sınırlı olması bu durumu daha da kötüleştiriyor. Kıbrıs Sorununun rolüne bakacak olursak, Kıbrıslı Türkler için Kıbrıs Sorunun “Tıkanma” ve “Engelleme” yarattığı aşikardır. Bir kere, karşı tarafta devlet olan bir Kıbrıs Rum toplumu, yukarıda ise Türkiye faktörü vardır. Kıbrıslı Türkler bu iki faktör karşısında çaresizlik, acizlik ve muktedir olamama hali ve duygusu içindedirler. Bu “iktidarsızlık bilinci” ve içine sürüklenen durumdan çıkamayacağı duygusu, toplumu bir ressentiment toplumuna dönüştürüyor.