ÇOCUK GÖZÜMDE KIBRIS VE ANILAR -11-
Erdinç Gündüz
İsmini hatırlamıyorum. Galiba Gül’lü birşeydi. Gülizar, Gülşah. Gülbahar… Öyle birşey işte. Ben de ona hep ‘nene’ diye seslenirdim. Oldukça zayıf, kırış kırış yüzlü, çok yaşlı ama sevimli bir kadındı. Belki 90 belki 95 yaşındaydı. Genellikle yatağındaydı. Yemeklerini bile yatağında yiyordu. Kırış kırış yüzü ile yaşamı boyunca çok acılar çektiği her halinden belliydi. Ama hep çok kibar ve sevecendi.
Dört direkli büyük karyolada geçiyordu günleri. Zaten odasında o karyoladan başka sadece iki eski koltuk ve bir de eski büyük sandık vardı. Duvarlarda da çok eski oldukları belli olan üç-beş soluk fotoğraf. Seslenmek için her girdiğimde ona belli etmemeye çalışarak bu fotoğrafları incelemeye çalışırdım.
***
O yaşlarımdayken de ‘tarih’i çok severdim. Kıbrıs’ın Osmanlılar tarafından fethinden, İstiklal Savaşı’na, Dünya Savaşlarından, İspanya İç Savaşı’na kadar ne bulursam okurdum. Ermeniler konusu da çok ilgimi çekmişti. Hele hele bu konuda hemen yanımda canlı bir tarih olduğunu bilmek, beni fazlasıyla heyecanlandırmıştı. Ama bir türlü ‘Nene’ye, kafamdan geçenleri sormaya cesaret edemiyordum.
Nasıl oldu bilmem ama bir gün ansızın sordum: “Nene..Siz Anadolu’dan gelmişsiniz. Garo, Şake öyle söyledi…”. Başını kaldırdı ve yüzüme baktı. Anlayamadığım birşeyler mırıldandı önce. Sonra kısık bir sesle “Evet yavrum” dedi. “Çok mu merak ettin ?” Yüzüme önce ve derin bir ‘ahh’ çekerek kesik kesik cümlelerle anlatmaya başladı. Bana soru sorma şansını vermek istemezmişçesine.
“Biz aslen ‘falanca’ bölgedeniz…. (O günlerde de ilk kez duyduğum bir yerdi. Herhalde Kars yakınlarında bir bölgeydi.) Benim tüm sülalem de oralıydı…. Ermeniler olarak çoğunluktuk ama Türkler de vardı… Çok yakın dostlarımız, arkadaşlarımız vardı aralarında… Damat-gelin bile alıp verdiğimiz olurdu birbirimize. Sonra, ne olduysa oldu, düşman olduk… Ne olacağız diye merak ederken bir gece kapımız çalındı… Bir subay ve askerleri geldi, ‘Bohçalarınızı toplayın gidiyorsunuz’ dedi… Ne olduğumuzu şaşırdık. Bağrışmalar, ağlamalar, çığlıklar derken, üzerimizdeki giysilerle, her birimizin elinde birer bohçayla çıktık evden… Çıkış o çıkış…Bir daha görmedik evimizi… Bir meydanda topladılar önce. Çok kalabalıktık… Sonra, sağımızda-solumuzdaki silahlı askerler eşliğinde yürümeye başladık… Yürüdük de yürüdük.. Kaç gün ? Kaç hafta ? Bilmiyorum… Nereye götürüldüğümüzü de bilemedik… Hastalananlar oldu, yollarda ölenler oldu ama yürümeye devam ettik.. Sonra bir yerlere geldik, salıverdiler. “Buradan öteye gidin” dediler… Yine yürüdük, yürüdük… Bu sefer asker yoktu yanımızda…Sonradan öğrendim ki Suriye’ye salıvermişler bizi.. Suriye’de perişan olduk. Çok kötü günler geçirdik…. Sonra da, nasıl oldu hatırlamam, bir gemi yolculuğu yaptık ve Kıbrıs’ta bulduk kendimizi… Sonradan öğrendik. Biz şanslılardanmışız… Bizim gibi yürüyüşe geçen ama sonunda hiçbir yere varamayanlar, ölenler, öldürülenler de varmış….”
Derin bir ‘ahhh’ çekti yine ve sustu. Gözleri yaşarmıştı. Benim kalbim de küt küt atıyordu. Ne yapacağımı, ne diyeceğimi şaşırmıştım. Oturduğum koltuktan kalktım ve duvardaki soluk, nerdeyse görüntülerin kaybolmak üzere olduğu resimlere bakmaya başladım teker teker. Ayaklarım titrerken, gözleri yaşlı ‘nene’ de baktığım her resimle ilgili bilgiler vermeye çalışıyordu bana.
“O resimde ben, annem, babam ve yolda ölen kardeşim var.”
“Onlar benim babam ve iki kardeşi....”
“O resim amcamın düğününden...”
v.s.
Bakıyordum ama hiçbir şey görmüyordum sanki. Kaçmak, o odadan çıkmak istiyordum. Her nedense yapamıyordum onu da.
Şake yetişti imdadıma. “Annen seni çağırıyor” diye odaya girmişti. Fırsat bilerek fırladım, kaçtım. Ama hayatım boyunca hiç unutmadım ‘Nene’nin anlattıklarını da, anlatırkenki yüz ifadelerini de.