Kaç yıl oldu bilmem ama uzunca bir süredir, haftada iki kez olmak üzere, ben de köşe yazıları yazmaya çalışıyorum. Yazdığım köşe yazılarının bazılarını ben de beğendim. Ama itiraf edeyim, bazılarında sıkıntılar yaşadım.
Hem saçmalamayacaksınız, hem düşüncelerinizi açıkça dökmeye çalışacaksınız yazıya... Hem etikte hassas olacaksınız, hem de öfkelerinizi yatıştırmaya çalışacaksınız... Hem ‘gerçekler’i vurgulayacaksınız hem de ihtiyatlı olacaksınız... Zor... Hem de çok zor.
Haftada iki gün yazıyordum Yeni Düzen’e. Yeni uygulamaya göre haftada bir, Pazar günleri olacak bundan böyle. Benim açımdan biraz daha rahat bir ‘yazma’ dönemi başlamış oldu geçtiğimiz Pazar gününden itibaren. Olup bitenleri birazcık arkadan izleyecek olmamı gerektirecek olsa da.
***
Cenk Mutluyakalı kardeşim yeni uygulama ile ilgili bilgi verdiğinde kendisine önce “Günlük yazanların işi zor. Her gün birşeyler bulup yazmak zor diye düşündüm hep. Sizlere kolay gelsin” dedim ve bir anımı anlattım.
Yıllar önce, tesadüfi bir karşılaşmada, uzun yıllardır çoğunun yazılarını okuduğum Türkiyeli 4-5 ünlü köşe yazarı ile birlikte olmuştum. Sohbet koyuydu. Gündemle ilgili konularda, açıkçası, atıp tutuyorlardı.
Dayanamadım ve patladım. “Darılmayacağınızı umarak bir şey söylemek istiyorum” dedim ve devam ettim: “Günlük yazı yazmak zor ve ama büyük sorumluluk gerektiriyor. Zor, bunu biliyorum ama bu, bir köşe yazarının doğru veya yanlış ne isterse yazabileceği anlamına gelmemeli.”
Şaşırdılar tabii. Devam ettim.
“Yıllardır yazılarınızı okuyorum. Hep güvenerek, yazdıklarınızı doğru kabul ederek. Ama 1974 sonrasında kafamda soru işaretleri oluştu. Kıbrıs’la ilgili yazdıklarınızda öyle yanlışlar vardı ki... Eyvahhh dedim... Bu kadar yıldır güvenerek doğru kabul ettiklerim de böyle miydi ? sorusunu sordum kendi kendime. Örneğin Güney Doğu’da olup bitenlerle ilgili yazılanlar da Kıbrıs için yazılanlar kadar mı doğru ? O gün bu gündür açıkçası kuşkuyla okuyorum yazdıklarınızı....”
Haklı olarak bozuldular. Örnekler istediler, vermeye çalıştım. Kem-küm ettiler.. Ama olan olmuş bitmişti zaten. Çok sayıda Türkiyeli okuyucu, ‘gazetecilerin’ Kıbrısla ilgili yazdıklarını doğru kabul etmişti çoktan.
***
Zor... Gazetecilik çok zor... Hele hele ‘günlük’ köşe yazarlığı bir o kadar daha zor... Hepsine “kolay gelsin” demekten başka yapacak bir şey yok.
---------------------------------------------------
Özgürgün ve Ertuğruloğlu Akıncı’ya karşı
İlginç açıklamalar ve demeçlerle karşı karşıya kaldık geçtiğimiz 10-12 gün içinde. Bunlar içinde sivrilip öne çıkanlardan biri Cumhurbaşkanı Akıncı’dan, diğeri Sn. Tahsin Ertuğruloğlu’dan, bir diğeri ise Sn. Hüseyin Özgürgün’dendi.
Cumhurbaşkanı Akıncı, ‘görüşmeler’le ilgili olarak bazı açıklamalarda bulunmuştu. Açıklamalarında iki nokta ön plana çıkmıştı. Biri “Bu kez başarısız olursak bölünme kaçınılmaz....” sözleri, diğeri ise T.C.’nin K.K.T.C.’ni gerçekten tanıyıp tanımadığına ilişkin sitemli ifadesiydi.
Her zaman olduğu gibi farklı çevrelerde farklı farklı yorumlar yapıldı bu sözler üzerine. Tepkicilerden biri Sn. Özgürgün’dü. İşi ‘Akıncı’yı görüşmecilik görevinden alırız....’a kadar götürdü. Hem ‘Çözüm’le ilgili görüşlerinin ne olduğu, hem de Akıncı’nın Cumhurbaşkanlığını bir türlü hazmedemediği çok iyi bilinen Sn.Özgürgün’ün bu çıkışı, genel olarak kamuoyunda pek de ciddiye alınmadı.
Sn.Tahsin Ertuğruloğlu’nun da hedefi Akıncı idi. Cumhurbaşkanı Akıncı’nın, Türkiye Cumhuriyeti’nin K.K.T.C.’yi gerçekten ve de tam anlamıyla tanıyıp tanımadığı sözlerini hedef almıştı. Kamuoyu, onun açıklamalarını da tebessümle karşıladı.
Belli ki, ‘Çözümsüzlük çözümdür’ ekolünün birer temsilcisi olan hem Sn.Özgürgün hem de Sn. Ertuğruloğlu, K.K.T.C. ve K.K.T.C.’nin içinde bulunduğu durumdan memnundu. Tanınmayan ve tanınması da çok uzak bir olasılık olan Devlet; avucu hep Türkiye’ye dönük bir ülke ve iktidarları (!) ; kimin elinin kimin cebinde olduğu belli olmayan yurttaşlar; üç pasaport, iki kimlik sahibi ( KC limlikli sayısı 114 bin’miş) vatandaşlar v.s. v.s. v.s. onları hiç rahatsız etmiyordu.
--------------------------------------------------------------------------
Çözüm olmazsa ne olabilir
Ada iki’ye bölünmüş, halkları iyice kopmuş ve birbirlerine yabancılaşmış olur.
Belki de K.K.T.C.’nin ‘tanınması’ istenir. Ama sonuç hayal kırıklığı yaratır. K.K.T.C.’nın uluslararası alandaki yalnızlığı artarak devam eder.
K.K.C.’liler “Devletçilik’ oynamaya devam eder.
T.C., K.K.T.C.’yi ‘tanırmış’ gibi, Kıbrıs Cumhuriyeti’ni de ‘tanımazmış’ gibi davranmaya devam eder.
Türkiye Milli Futbol-Voleybol-Basketbol- Atletizm takımları da gelir, çatır çatır tanımadıkları (!!!) – kendi deyimleriyle- Güney Kıbrıs Yönetimi takımları ile müsabakakarını yapar ve ülkelerine dönerler. Tanınmayan (!) ülkenin ‘tanınmayan’ hava alanından.
Kıbrıs kökenli Türkler, (Çözümsüzlüğün çözüm olduğunu savunanlar dahil) tanınmayan (!!!) Kıbrıs Cumhuriyeti kimlik kartı ve pasaportunu çocuklarından sonra torunlara da almak için çırpınmaya devam ederler.
(Rum, “Artık iyice koptuğumuza göre, bugüne kadar verdiklerimi de geçersiz kabul ediyorum” der mi ? Bilmem.)
‘Çözümsüzlük çözümdür’cüler, hem güneydeki mallarını gizlice satmaya, hem de Rum’un Kuzeyde bıraktıkları malları kabullenmişken “Yaşasın KKTC” diye bağırmaya devam ederler.
Daha ekleyecek çok olasılık var ama bu günlük bu kadar.