HakkıYücel
hkyucel52@gmail.com- Eylül 2015
İşkenceci: “Zekeriya hüüü…Severim muhabbetiii…!”
Zalim bir çelişkidir.
Ayların çağrışımları en yoğun, en güzel ve en duyarlı olanı eylül, insan kıyımı ile yüklü bir darbenin kanlı izlerini taşıyalı beri tarihin sayfalarında, artık puslu zamanların acıyan hatıralarıyla çoğalan ayı olarak da yer alıyor hafızalarda. O kadar ki bazen bir ses -hele bir de o ses mütehakkim ve küstah bir kahkaha olursa-; ya da bir görüntü -diyelim “bir gün, bir uzun gün hep denize baktık” (*) kıvamında, akşamın alaca karanlığında beklenmedik bir anda derin bir yaraya dönüşen suyun tuvallere sığmayan lekeli kızıllığında-; veya bir kelime yahut bir cümle, söylediğinden çok söylemediğinin yükünü taşıyanlar ayarında, o karanlık zamanların aynasına birdenbire düşen keskin bir ışık olur ve uğultulu bir fırtına koparır en çok da o eylül mağdurlarının zihinlerinde. Kopunca da o uğultulu fırtına zihinlerde, belleğin derin kuyusunda kabuk bağlayarak üzeri örtünen eski yaralar yeniden kanamaya yüz tutar ve yeniden kanamaya yüz tutan o eski yaralardan unutulma(ma)ya terkedilmiş kimi yaşam kırıntıları dışarıya sızmaya başlar.
İşte şimdi Sen (Sen ey eylül mağduru, ne kadar da çoktunuz), çağrışımları yoğun en güzel ve duyarlı ay eylülde ve de “bir gün, bir uzun gün” baktığın bir denizin kıyısında, akşamın alaca karanlığı kızıl gölgeler halinde yayılırken suda, hemen yanı başında birdenbire, doğadaki sükûneti ve huzuru yırtarcasına yayılan gürültülü bir kahkahanın hatırlattıklarıyla öyle bir hafıza yolculuğuna çıkıyorsun. Aradan zaman geçmiştir, artık o günlerin isyanı en küçük kıvılcımda tutuşan genç insanı olmasan; hanidir iyi-kötü eskiye dair yaşanmış her şeyi (var)oluş serüvenin deneyimleri olarak algılıyor ve dahası oradan yeni bir (var)oluşun burçlarına tırmanıyor olsan da, o puslu zamanların çağrısından kaçamıyor ve keskin bilincinin/ateşli ruhunun uygun adım sıraları bozan ve dayatılan sınırlara çarparak tozan bütün yasak kelimelerin ve de hayallerin suçlusu ilân edilerek sorguya çekildiği o kötülük kokan karanlık odada buluyorsun kendini. Açık-gizli şiddetin her türlüsünün bir kural olarak yaşandığı bu dehşet mekânlarında senin de bedenine bir bir daha inen darbelerin acısı bütün hücrelerinde peş peşe infilak ederken, bir yandan da, her şeye rağmen korkuyu aşarak, dayanabilmeyi ve ayakta kalabilmeyi mümkün kılan, sonradan hayatının temel tutamaklarından birisi olacak o mucizevi tecrübeyi yeniden geçiriyorsun aklından.
Zalimi ve zulmünü hatırlatan, handiyse yeri göğü inleten o gürültülü kahkaha kopunca hemen yanı başında, zaman geriye sarıyor ve sen yerde çırpınıp durdukça, sorgu odasının duvarlarına çarpıp çarpıp, işkencede işkenceye maruz kalanı daha çok korku tüneline sokmak, daha çok ürkütmek, konuşmaya zorlamak amacıyla, anlamsız olandan fazladan anlam üretme retoriğine misal “Zekeriya hüüü…severim muhabbeti...” cümlesi ve aynı anda içinde bulunduğun karanlık boşluğa o ağızdan dökülen kahkahalar.. Ha...ha....ha...ha.....
Ha...
ha...
ha....
ha....,
ha....,
ha...
ha...
ha....,
sökün ediyor ve o boğuk ses vücuduna inen her darbede tekrarlanan, kulaklarında yeniden çınlıyor:
“Zekeriya hüüüü…severim muhabbetiiii…!!”
İşte ordasın, ıslak zeminde -ıslak, çünkü şiddetin bir biçimi olan falakadan sonra ıslak zeminde bir süre zıplamak, sopadan şişen ayak tabanlarını işlemin kaldığı yerden devamını mümkün kılacak hale getirmek bakımından gerekli ara duraktı- üzerinde kıvrılıp da ardı arkası kesilmeyen o darbelere karşı bedenini küçülterek kendini yok etmeye çalışırken, acının giderek artan şiddeti, evet mucizevi bir biçimde, kendinden kurtulmanın dermanını da üretiyor. Sen o dermanı/mucizeyi, zihninde yer eden bir kitabın içinden (o gün bir kez daha emin oluyorsun: her kitap bir mucizedir) bulup çıkarıyor ve yaşadığın anı romanesk bir havaya dönüştürecek, seni o kılacak roman kahramanının söylediklerini hatırlayarak için sıra onun sözlerini, şiddetin ve dehşetin önünde ondan korunacağın bir zırh oluşturuncaya kadar tekrarlıyorsun: “Kurduğumuz hayaller ve ondan uzun süreli yoksunluğumuz sonucunda, özgürlük biz buradakilere (hapishanedekilere) bir bakıma gerçek hayatta fiilen var olan gerçek özgürlükten daha özgürmüş gibi geliyordu” (**) Sen bu sözleri dışarının zulmünden kurtulmak üzere, içerinin huzuruna -kendi içinin-, o engin iç(sel) özgürlüğe geçişin yol göstericisi olarak algılıyor ve seni kuşatacak/koruyacak somut bir gerçeklik –irade gücü ve hayallerin somut gerçeği, anlam katmanları çok gerçekten öteye bir gerçeklik olarak yaşama becerisi gösterebiliyorsun. O kadar ki bir süre sonra, darbeye maruz kalan bedeninle o darbeyi bir acı olarak algılayan ve hisseden bilincin arasındaki bağı, görünmez bir başka -bu Senden başkası, ama bir başka Sen olarak senden başkası değildir- bilince ait kılarak ortasından koparıyorsun.
Ve işte o andan itibaren yerde acı içinde, şimdiden sonra bir et yığınından ibaret olacak olan kasılan bedenini, acıdan azade bir başkası olarak seyretmeye başlıyor ve böylece biraz önce “ha.. ha.. ha..” kahkahalarıyla şiddetin her türlüsünü üzerine yıkıp da çektiğin acıyı “Zekeriya hüüü..severim muhabbetiiii…!!” keyfiyle seyredenler karşısında artık duymadığın gibi, kendinde bir başkası olarak mırıldanmaya başladığın sessiz kelimelerin görünmez gücünden doğan neşeyle sessiz kahkahalarını da dudaklarının kenarına bir gülümse olarak yerleştirerek, alaycı ve bir o kadar da isyankâr bir tebessümle karşılık veriyorsun..
Onları görmüyorsun (gözlerin sıkı sıkıya bantlıdır, karanlık boşluğa mahkûmsun), görmüyorsun ama yüzünde alaycı bir tebessüm halinde yayılan sessiz kahkahaların karşısında çıldıra durduklarını, küfür katsayısını artırarak sana daha fazla yüklenmelerinden anlıyorsun. Onlar saldırdıkça dudak kenarlarında kıpkızıl bir gül olarak açan o alaycı tebessümü bu sefer bütün yüzünü kanlı bir gül bahçesine dönüştürecek biçimde yayıyorsun ve için sıra “evet” diye haykırarak üzerine çöken kötücül bedenlerin öfkeden kudurmuş suratlarına, sende aradıkları ve itirafa zorladıkları günahları, misliyle teker teker sıralıyorsun:
“Evet, itiraf ediyorum,
bütün yasak kelimelerin yaratıcısı
ve tehlikeli fikirlerin sorumlusu benim..
Bütün gizli örgütlerin kurucusu da benim..
Bütün ihtilâl girişimlerini de ben tasarladım..
Bütün yasak bildirileri ben yazdım ve ben bastım..
Bütün duvar yazılarını yazan da benim..
Bütün afişleri ben astım..
Bütün devriye arabalarına ben pusu kurdum,
bütün polislere ben ateş açtım..
Komünist olan da benim, faşist olan da, Müslüman olan da..
Allahsız olan da, mücahit olan da...
Askerleri de ben öldürdüm, sivilleri de..
Rumları da ben öldürdüm.. Türkleri de...Ermenileri de...
Seçin seçebildiğinizi, var mı başka duymak istediğiniz, varsa hiç çekinmeyiniz söyleyiniz, hemen yerine getireyim, repertuarım zengindir, merak etmeyiniz.. ”
İçin sıra sürdürdüğün, sana maddi ve manevi güç veren bu sessiz monoloğun duyulmayan sessiz kelimeleri, -kimileyin o sessizlik hiç olmadığı kadar sağır edici şiddette olabileceğinden-, işkencecilerin kulaklarını sağır ediyor ve öfkelerini daha da kamçılıyor olsa gerek, yaylım ateşi halinde sıralanan küfürleriyle şiddet daha da acımasız bir biçimde geri dönüyor. Ama artık ne yapsalar nafiledir, içinde büyüttüğün o çok katmanlı, çok bileşenli özgürlük halesi şimdi seni çelik bir zırh gibi koruyor. Artık sen onların değil onlar senin kahkaha duvarına çarpıp dağılıyorlar.. Yediğin darbeler seni değil yerde kıvranan et yığınından ibaret bir bedenin derisini döverken Sen özgürlüğe uçan engin denizlerin geniş kanatlı albatros kuşu gibi, kendi içine doğru kanat çırparak ve de sınırları aşarak, oradan uzaklaşıyorsun..
Ve işte şimdi, o zor dönemde yaşananları yıllar sonra yeniden hatırlıyor ve yeniden düşünüyorsun: Diyeti çok ağır, çok hayatlar karartan, kurbanları çok o ağır koşullarda, dış(sal) özgürlüklerin yitirilişi ve bunun yol açtığı sorunların aşılması bakımından iç(sel) özgürlüğe sığınmak, yaşanan o ana olduğu kadar, o döneme ve sonrasına yönelik farklı/yeni seçenekleri üretebilecek potansiyeli de içkin çözüm örneğiydi. Ancak şu da vardı: Hayata dair karmaşık ilişkiler ve yaşanan gelişmeler, bireysel ve toplumsal ölçekte özgürlüğün/esenliğin inşasında/gelişiminde aslolanın, iç(sel) ve dış(sal) iki özgürlükten birinin diğerini ikame etmesi, birinin diğerini öncelemesi, ya da birinden diğerine geri dönüşsüz kaçışı değil, iki özgürlüğün birbirini besleyerek, her düzlemde yaşam kalitesinin çok boyutlu (eleştiri-sorgulama-sorumluluk) olarak daha üst seviyelere ulaşmasını sağlayacak ilişkisel biraradalığının hâkim kılınması gerektiği gerçeğiydi.
Bu dün de böyleydi, bugün de böyledir.
En azından Sen öyle olduğuna inanıyorsun..
(*) Edip Cansever’in “Su” şiirinden..
(**) Ölü Evinden Notlar. Dostoyevski.